30 Kasım 2019 Cumartesi

BULANTI


  Hepinize güzel bir günden tekrardan merhabalar arkadaşlar.Gününüz güzel geçiyordur umarım.Gününüzü daha da güzelleştireceğini tahmin ettiğim büyük bir başyapıt ile karşınızdayım.Güzelleştirmek derken kitabın içeriğini kastetmediğimi de söylemeliyim.İlerleyen satırlarda ne demek istediğimi daha da iyi anlayacaksınız:) Öyleyse kitabın içeriğinden biraz bahsedip alıntılara ve sonrasında genel görüşlerimi belirteceğim kısımlara geçelim. Öyleyse başlayalım.
  Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre'ın ilk romanıdır. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938'de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştur.Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin'in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatır. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin'in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre'ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttır benim fikrimce. 
  Yazarın ruhaniyetini ve fikirlerini daha iyi kavrayabilmek adına varoluşçu felsefeden de bir iki kelam yazmak gerektiğini düşünüyorum arkadaşlar.Sizin de evet çok iyi olur dediğinizi duyar gibiyim. Açıklaması ve tek bir cümleye indirgenmesi zor olsa da kısa şekilde bahsetmeye çalışacağım.Filozoflarca umutsuzluk (Mounier), başkaldırı (Wahl), özgürlük (Marcel) ve hatta saçmalıklar felsefesi (Foulquie) gibi kelimelerle tanımlanmış; canlı ile cansız arasındaki ilişkiyi sorgulayan, bir nevi hür insanların hür olmayan varlıkların dünyasına atıldığını söyleyen düşünce akımıdır Varoluşçuluk. Diğer adıyla egzistansiyalizm olarak da bilinir.
  Daha yalın bir şekilde ifade edilirse varoluşçuluk: bireyin özgür olduğunu ve hatta özgür olmaya mecbur olduğunu, geleceğini kendisinin belirlediğini –burada bir nevi kaderi inkâr ediyor- benliğin esas olduğunu savunur.
  Kitap genel olarak bu hatlar etrafında şekillenmiştir.İçerik olarak pek de mutlu etmeyeceğini söylemiştim.Böyle düşünüyor olmamın sebebi aslında başkahramanın kendine ve dış dünyaya duyduğu tiksintiyi bize de iliklerimize kadar hissettiriyor olmasından kaynaklı.En etkililerinden olduğunu düşündüğüm bir alıntıyı sizlerle de paylaşayım hemen.Açıkçası beni aşırı düşündürmüştü:

''Otelden çıkarken yerde sürüklenen bir kağıdı almak istedim, ama beceremedim.Hepsi bu kadar, bir olay bile sayılmaz.Ama doğrusunu söylemek gerekirse bu olay ta içime işledi.Artık özgür olmadığımı düşündüm.''(Bulantı syf26)
 Görüldüğü üzere Sartre her ne kadar üstü örtülü olsa da burada bile kaderi inkar yoluna giderek tamamen özgürleşen insan profiline duyduğu özlemi anlatıyor.En beğendiğim alıntılardan biri olduğunu söylemeliyim. Ama böyle bir başyapıtın daha nice alıntıları var beğeneceğimiz bir bilseniz.Hadi bir de onlara göz atalım:
1.)''Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. Öğleden sonra acayip bir an.''

2.)''Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapmayacağımı biliyorum.''

3.)''Issız bir adada olsaydınız yazar mıydınız? İnsan hep başkaları okusun diye yazmaz mı?''

4.)''İki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor” diyordu. Ait olamamak da tam olarak burada başlıyor.''

5.)''Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş bir şeyler akıyor içimde; dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin. Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık. Belirsiz ve hoş şekiller halinde ortaya çıkıyor, sonra kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.''

6.)''Hayatımla ilgili olarak bildiğim her şeyi, kitaplardan öğrendim gibime geliyor.''

7.)''Senin gibi değilim ben. Bir başkasının benimle aynı şeyleri düşündüğünü görmek hoşuma gitmez.''

8.)''Anlamıyorum Tanrım, hepsi birden aynı şeyi düşünmeye neden bu kadar önem veriyorlar. Balık gözlü, içedönük görünen, uzlaşamayacakları bir insan geçmeyegörsün aralarından, başları çevriliyor hemen.''

 Kitapta altını çizdiğim çoğu yeri sizlerle de paylaştım arkadaşlar.Cümlelerin hissettirdikleri altını çizmekten çok daha fazla his uyandırdı ben de.Böylesine özgün ve içerli yazılan sözlere de bir şeyler hissetmemek pek de mümkün değilmiş gibime geliyor. Sartre ki benim en sevdiğim filozof olur kendisi öylesine adamış ki kendini düşüncelerine sırf onlara zarar gelmesinden çekindiği için, başkalarının düşünceleri değil sırf kendi sanatı ve düşünceleri uğruna yazabilmek adına ona verilmek istenen Nobel Ödülünü bile reddetmiştir.Durum böyle olunca bize düşen tek şeyin düşüncelerini anlamaya çalışmak ve ilk romanı olan Bulantı ile bu işe başlamak olduğunu düşünüyorum. Sartre hakkında yeni şeyler öğrendiğinizi duyar gibiyim.Umarım ilginizi çekmiştir,böylesine bir felsefi ve edebi dehadan mahrum kalın istemem:)

Genel görüşlerime değinecek olursam çoğunu alıntı sonrası kısımda paylaştım aslında.Ama kısa bir yorum geçelim.Kitabı Sartre'a olan hayranlığım sayesinde okumaya başladım.Elime aldığımda roman yazısını görünce daha farklı bir şey bekledim açıkçası bir günceden ziyade.Ama kitap bana beklediğimden daha fazlasını verdi.Varoluşçuluk terimleri ve temalarına o kadar muazzam değinilmişti ki felsefe ansiklopedisi bile okumuş gibi hissettim kendimi.Seviye olarak biraz önbilgi istiyor diye düşünüyorum.En azından egzistyantalist felsefenin temelleri gibi.Romanın hissettirdiklerinin biraz karamsar olduğunu söylemeliyim sizlere.Bunun da Sartre'ın güçlü edebi yönünden kaynaklı olduğunu düşünüyorum.Kendinizi karakterle özdeşleştirip hayata bir tiksintiyle bakıyorsunuz ama bunun sonunda tam anlamıyla bir varoluşçuluk düşüncesi işleniyor iliklerinize.Kesinlikle tavsiye edeceğim bir kitap tıpkı Sartre'ın muhteşem diğer eserleri gibi...

Kitabın kapağını sizler için ben araladım.Devamını getireceğinizden eminim.Sizleri Sarte'ın efsanevi romanıyla başbaşa bırakayım öyleyse.Keyifli okumalar şimdiden.
       Hoşçakalın, felsefeyle kalın:)

24 Kasım 2019 Pazar

Sofi'nin Dünyası

Merhabalar arkadaşlar.Bugün sizleri farklı bir serüven niteliğinde bir felsefe romanı ile karşılamak istiyorum.Kitap Felsefe'ye giriş niteliğinde değerlendiriliyor.Bu nitelendirmenin Felsefe terimlerinin çoğunu barındıran bir kitap oluşundan mütevellit olduğunu düşünüyorum.Ben Felsefe okumaya başlamak istiyorum diyenlere önerilecek çok iyi bir kitap olabilir.Hatırlarsanız 2.yayınımı da bir giriş kitabı olan Kızıma Felsefe Öğretiyorum isimli kitapla ilgili yapmıştım.Açıkça söylemek gerekirse bu diğer kitaba oranla daha ağır bir kitap ama telaşlanmayın neticesinde bir Nietzsche de değil yani.Öyleyse artık kitabın içeriğine göz atmanın zamanı geldi diye düşünüyorum.Başlayalım:)

Sofie Amundersen okuldan eve dönerken bahçe kapısını açmadan önce posta kutusuna bakar. Posta kutusunda birçok zarfla birlikte kendisine bir zarf olduğunu görür. Üstünde kendi adını görür. Üstünde pul bile yapıstırılı değildir. İçinde küçük bir kâğıt çıkar. Tek bir soru vardır. Kimsin sen?
Bir bilse! Sofie Amundersen. Peki ama kimdi bu Sofie Amundersen iste bunu doğru anlamış değildi.
Kim olduğunu bilmemesi komik değil miydi? Kendi görünüşünü bilmemek biraz fazla kaçmıyor muydu? Arkadaşlarını seçebilirdi ama kendisini seçmemişti. Hatta insan olmaya bile karar verememişti.
İnsan neydi peki? Şimdi dünyadayım dedi kendi kendine. Ölümden sonra bir hayat var mıydı? Var oluşunu ne kadar düşünürse düşünsün hemen yaşamın sonu olduğu geliveriyordu aklına. Bunun tam terside geçerliydi. Bir gün yok olacağını kuvvetle hissederse yaşamın nasıl sonsuz bir değere sahip olduğunu da asıl o zaman anlıyordu. Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü.
İnsan öleceğini fark etmiyorsa var oluşunu da yaşayamaz. Bir yandan yaşamın ne kadar harika olduğunu düşünmeden de, ölmek zorunda olduğumuzu düşünmek imkansız.
Sofie’nin ismine yazılı zarflar gelmeye devam ediyordu. Bunların kimden geldiği belli değildi. Başka bir zarftan bir soru daha çıkmıştı. Dünya nerden çıkmıştı? Bunu hiç kimse bilemez ki! Esrarengiz mektuplar Sofie’nin başını döndürmüştü. Canı sıkıldığında gittiği mağarasına gitti. Saklanmak istediğinde hep böyle yapardı. Dünyanın o muazzam uzaydaki küçük bir gezegen olduğunu Sofie’de biliyordu. Uzayda nereden çıkmıştı ki?
Tabi uzayın hep var olduğunu da düşünebilirdi. Nereden geldiği sorusuna cevap bulmakta gerekmezdi o zaman. Ama herhangi bir şeyin var olması mümkün müydü? Var olan her şeyin bir başlangıcı olmalıydı. Demek ki uzayda herhangi bir zamanda bir yerden çıkmıştı.
Okulda dünyayı tanrının yarattığını öğrenmişlerdi. Tanrı her şeyi yaratabilirdi, ama yaratıcı bir “Kendi “ olmadan önce kendini yaratamazdı! Öyle ise tek bir ihtimal vardı: Tanrı vardı.
Bundan sonra Sofie’ye kartpostallar gelmeye başlar. Damga da BM Taburu yazılıdır. Adresi okuyunca daha da çok şaşırır. “Hilde Moller Knag, Sofie Amundsen eliyle Kloverveien 3” adres doğruydu. Kart Hilde’ye yazılmıştı. 15’inci doğum gününü kutlamak için yazılmıştı, Ama Sofie bunun kendisi ile ilgisini anlayamamıştı.
Başka bir gün büyük bir zarf bulur. Zarfta kendi ismi yazılıdır. Zarfın öbür yüzünde şöyle yazılıdır. “Felsefe Kursu” büyük bir özen göstermek gerek. Sofie hemen mağarasına girer zarfı açar hemen okumaya başlar. Felsefe nedir, felseyeye yaklaşmanın en iyi yolu felsefi sorular sormaktır. “Dünya nasıl yaratıldı, olup bitenin arkasında bir irade var mı? Ölümden sonra bir hayat var mıdır?’’ Felsefede sorular sormak onlara cevap bulmak daha kolaydır. Buna rağmen her sorunun bir cevabı vardır.
Sofie bu şekilde bir felsefe kursuna başlar. Mektupla Alberto Knox tarafından gelmektedir. İyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir. Filozoflar için dünya kavranamaz bir şey, sırlarla dolu bir bulmacadır.
Sofie aldığı mektuplarla allak bullak olmuştur. Annesi de bunu fark etmiştir. Mektupların aşk mektubu olduğunu sanmıştır.
İlk olarak Doğa Filozoflarına değinmişti. İlk Yunan Filozlarının çalışmaları doğadaki değişikliklerin ardında yatan ilk maddeye dayanan sorularla ilgiliydi.
“Her şey akar” demişti Herakleitos. Buna karşılık Parmenides hiçbir şey değişmez demişti. Empedokles’e göre doğada dört ilk madde vardı; Toprak, hava, ateş ve su. Thales’e göre her şeyin kökeni sudur. Anaksagoras’a göre doğa gözle görülemeyen çok küçük parçalardan oluşmuştur.
Sofie tanımadığı felsefe öğretmeninden gelen mektupları saklıyordu. Atom kuramını ortaya atanda Demokritos’tu.
Sofie felsefe öğretmenini çok merak ediyordu. Mektupları Hermes adlı bir köpek getiriyordu. Öğretmeni çok yakında tanışacaklarını yazıyordu.
Sokrates insanların doğru kavrayışı “Doğurmasına “ yardımcı olmayı görev bilmiştir. Gerçek bilgi kişinin kendi içinden gelmek zorundadır. Gerçek kavrayış budur. Sokrat rasyonalistti. İnsanın içindeki vicdanın tanrısal bir ses olduğunu ve neyin doğru olduğunu bildirdiğini söylemişti. Doğru bilginin doğru davranışa yol açacağını söylemişti.
Platon’u ilgilendiren bir yandan hiç değişmeyen kalıcı şeylerle, diğer yandan sürekli akan şeyler arasında ilişkiydi. Platon hem dünyada hem doğada hem de ahlak ve toplumda değişmez olanla ilgileniyordu. Platon doğadaki tüm görüntüleri ebedi biçimlerin ya da fikirlerin gölgelerinden ibaret sayıyordu.
Sofie’nin felsefe öğretmeni ormanda gölün kıyısında bir kulübede kalmaktadır. Burası binbaşının kulübesidir. Sofie bu kulübeyi kimse yokken ziyaret eder. Kulübede Hilde’ye yazılmış birçok kartpostal vardır. Bunların aynısından kendisine de gelmiştir. Sihirli bir ayna görür kulübede. Aynada gördüğü Sofie kendisine göz kırpmaktadır. Sofie oldukça korkmuştur. Kulübeden çıkmak üzere iken kendi adına bir zarf görür. Zarfı alarak kulübeden çıkar. Hem çok şaşırmış hem de korkmuştur.
Sofie felsefe kursuna devam ediyordu. Sıra Aristoteles’e gelmişti. Aristoteles en yüksek derecedeki gerçeğin duyularla algılanan ya da duyumsanan şeyler olduğundan emindi. Önce duyulardan var olmayan hiçbir şeyin bilinçte de var olamayacağını vurgulamıştır.
Helenizmin en belirgin özelliği çeşitli kültürler arasındaki sınırların ortadan kalkmasıydı. Kinikler’e göre ‘’gerçek mutluluğun maddi lüks, politik, iktidar ve sağlık gibi dış şeylere bağlı değildir ve gerçek mutluluğa herkes ulaşabilir.’’ Epikuros ta ‘’ölüm bizi ilgilendirmez, var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur ölüm geldiği anda biz yokuz.’’ demiştir.
Sofie esrarengiz bir şekilde kartpostal almaya devam ediyordu. Kartpostallar hep 15 Haziran tarihliydi ve Hilde’nin doğum gününü kutluyordu. Bu notlar bazen açılmamış bir muzun kabuğunun içinde bazen bir uçağın arkasına açılmış pankartta bazen de mutfak camına yapıştırılmış kartpostallarla geliyordu. Sofie her şeyin nasıl bir bağlantı içinde olduğunu anlayamıyordu. Acaba Hilde Sofie’yi tanıyor muydu?
Sofie öğretmeniyle ilk kez Meryem Ana Kilisesinde buluşur. Öğretmeni Alberto, burada Ortaçağdan bahseder. Ortaçağda ilk üniversiteler kurulmuştur. Çeşitli uluslar çıkmıştır. Bizans ortaçağı ve Roma ortaçağ Katolik şeklinde ayrıydı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu da eskiden Roma İmparatorluğuna dâhildi. Ama ortaçağda yeni bir kültür gelişti. Bu bölgede Arapça konuşulan İslam kültürü tüm ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi, tıp gibi bilim dallarında öncü rolü oynadılar. Bugünkü Arap sayılarını kullandılar. İspanya’daki Müslümanlar Arap etkisini, Yunan ve Bizans da Yunan etkisini taşıdı ve sonra Rönesans başladı. Antik kültür yeniden doğdu. Yunan filozları ile kutsal kitaplar arasında nasıl bir ilişki vardı. Kutsal kitap ile akıl arasında çelişki söz konusu muydu, yoksa inanç ve bilgi uzlaşabilir miydi? Ortaçağ felsefesi bu sorular etrafında dönüyordu.
Rönesans’ta çok önemli üç buluş oldu: pusula, barut ve matbaa. Yeni silahlar Avrupayı Amerika ve Asya karşısında üstün kılmıştı. Kitap basımı da Rönesans hümanizmine özgü fikirlerin yayılabilmesi için gerekliydi. Pusula, deniz yolculuğunu kolaylaştırdı. Büyük keşif gezilerinde önemli rol oynadı.
Astronomide de, teleskop yepyeni olanaklar doğurmuştur. Barok döneminde birçok bakımdan gösteriş ve budalalık hâkimdi. Barok dönemi binaları bol kıvrık süslemelerle doluydu. Politika ise sinsice cinayetler düzenler ve entrikalarla yürütülürdü. Seakespare bir ayağı Rönesans ta bir ayağı barokta eser vermiştir.
Descartes, yeniçağ felsefesini kurmuştur. Öncelikle ilgilendiği konu, bilgimizin kesinliğiydi. İkinci konu ise bedenle ruh arasındaki ilişkiydi.
Spinoza’ya göre tanrı dünyayı bir kez yaratıp sonrada yarattığı şeyin başında duran biri değildir. Tanrı dünyanın kendisidir. Tanrı ile doğa arasında eşit işareti koyup Tanrı eşittir Doğa demiştir. Spinoza’ya göre insanın tutkuları, onu gerçek mutluluk ve uyuma ulaşmaktan alıkoymaktadır.
Sofie’nin annesi kızının garip davranışlarından dolayı endişeye kapılmıştır. Sofie annesine felsefe dersi aldığını anlatmış, ama esrarengiz kartpostallardan bahsetmemişti. Annesi felsefe öğretmeni Alberto’yla tanışmak istemekteydi. Sofie 15 inci yaş günü partisine öğretmeni Alberto’yu da davet edeceğini söyledi. Annesi buna çok sevindi.
Binbaşının Hilda”ya gönderdiği 15 inci yaş günün kutlama mesajları artmıştı. Alberto’nun köpeği helmes konuşarak doğum günün kutlu olsun Hilda demişti. Sofie adeta taş kesilmişti. Sofie bunu Alberto”ya anlatır. Öğretmeni yakında bütün bu bilmecenin çözüleceğini söyler.
Felsefe kursu devam etmekteydi. Hiçbir bilince sahip olamayacağınız görüşüne empirizm denir. Locke, insanların düşünce ve tasavvurlarının nereden geldiğini sorar. İkinci olarak da duyularımızın bize bildirdiği şeylere güvenip güvenmeyeceğimizin meselesiyle ilgilenir. Enpirizm’in ikinci filozofu Hume’dir. Hume’nin yapmak istediği, tek tek her tasavvuru inceleyerek onun gerçeklikte bulamayacağımız şekilde birleştirilmiş olup olmadığını sınamaktı. Şu soruyu soruyor Hume: Bu tasavvur hangi izlenimden kaynaklanır?
George Berkeley, İrlandalı bir piskopostu. Berkeley’e göre gördüğümüz ve hissettiğimiz her şey tanrının gücünün bir etkisidir. Çünkü tanrı her an bilincimizdedir ve sürekli karşı karşıya bulunduğumuz türlü çeşitli duyumların bizde yeniden var olmasını sağlar. Var olan her şeyin tek nedeni tanrıdır.
Hilde sabah uyandığında masasının üstünde bir paket bulur. Bu babasından gelen doğum günü hediyesidir. Hilde paketi açtığında bir klasörle karşılaşır. Babası Hilde için bir kitap yazmıştır. Kitabın adı da ‘’SOFİE’NİN DÜNYASI’’ dır.
Sofie ve öğretmeni Alberto bu kitap içinde geçen masal kahramanlarıdır. Albert Knag kızı Hilde’ye felsefe dersini bu kitap içinde vermek istemiştir. Sonunda Alberto ve Sofie masal kahramanı olduğunu anlamışlardır. Alberto bu masal dünyasından çıkabilmek için felsefe kursunu bitirmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Sıra Fransız aydınlanma çağına gelmişti. Fransız aydınlanma çağından kısaca rasyonelizm diye bahsedilir. Doğa bilimi doğanın akla uygun bir şekilde kurulmuş olduğunu saptamıştı. Aydınlanma filozofları Ahlak, Etik ve Dini de hiç değişmeyen insan aklıyla uyumlu bir temele oturtmayı kendilerine bunun gibi görev edinmişlerdi.  Aydınlanma düşüncesi bu eylemin sonucudur. Aydınlanma çağında eğitime büyük önem verilmiştir. Pedoloji bilim olarak ortaya çıkmıştır.
İmmanuel Kant’a göre her şey nedensellik yasasına göre gerçekleşiyordu. Gerçek; özgürlük, arzu ve tutkuları aşabilmekte yatıyordu. Kant’a göre bir davranışı ahlaki açıdan doğru kabul etmek için doğru anlayışa bakmak gerekir, eylemin vardığı sonuca değil. Kant rasyonalistler ve ampiristler arasındaki çatışma sonucu felsefenin girdiği açmazdan bir çıkış yolu göstermeyi başarmıştır. Kant’la birlikte Romantik bir dönem başlamıştır. Romantizmin başta gelen erdemi tembelliktir. Bir romantiğin görevi kendini yaşama bırakmak ya da hayallere dalıp ondan uzaklaşmaktır. Gündelik meselelerle uğraşmak küçük burjuvaların işiydi. Romantik dönem, felsefe edebiyat, sanat, bilim ve müziği bir arada kapsayan dönemdi.
Romantik çağın filozoflarından George Wilhelm Friedrich Hegel romantik çağın filozofudur. Hegel bilginin üç aşamasını Tez, Antitez ve Sentez olarak adlandırmıştır. Hegel’de akıl dinamiktir. Gerçeklik karşıtlıklarla dolu olduğu için gerçekliğin betimlenmesi de çelişkiler içermek zorundadır.
Kierkegaard’a göre var oluşun üç biçimi olabilir. Estetik aşama, Etik aşama ve Dini aşamadır.
Karl Marx, toplumunda maddi ekonomik ve toplumsal ilişkileri altyapı olarak adlandırmıştır. Toplumdaki düşünüş tarzı, politik kurumlar, yasalar, din, ahlak, sanat ve bilime üst yapı deniyordu. Bir toplumda alt yapı ile üst yapı birbirini karşılıklı etkiler. Marx bunu reddetseydi bir mekanik materyalist olurdu ama alt yapı ile üst yapı arasındaki karşılıklı ilişkinin bir gerilim olduğunu fark ettiği için onun diyalekttik materyalist olduğu kabul edilir.
Darwin, ‘’Bir ve aynı türe ait bireyler arasında, sürekli görülen farklılıklar ve yüksek doğum oranları yeryüzündeki yaşamın gelişmesinin hammaddesini yada malzemesini oluşturur’’ demiştir. Var olmanın mücadelesindeki doğal seçim bu evrimin mekanizması yada itici gücüdür. Doğal seçilim her zaman en güçlü yada ortama en iyi uyum sağlamış olanların hayatta kalmasını sağlar. Darwin, insanın çıkışı adlı kitabında hayvanlar ve insanlar arasında büyük benzerliklere işaret ederek insanların ve insansal maymunların bir zamanlar aynı kökten çıktığını savunuyordu.
Freud’a göre, insan bilinci insan ruhunun ancak küçük bir bölümünü oluşturur. Bilincinde olduğumuz şeyler buzdağının görünen kısmıdır. Su yüzeyinin ya da bilinç eşiğinin altında bilinç altı ya da bilinç dışı yatmaktadır.
Yirminci yüzyılda önem kazanan diğer bir filozofta Friedrich Nietzsche’dir. Köle ahlakı olarak nitelediği Hıristiyan ahlakına karşı çıkıyordu. Tüm değerleri yeniden değerlendirme yolunda yaptığı çağrıdan söz edilir. Böylece güçlülerin yaşamını gelişmesi zayıflar tarafından engellenmemiş olacaktı. Bu dünyaya sadık kalın, dünya ötesine ait umutlar dağıtanlara kanmayın diyordu.
15 Haziran tarihi gittikçe yaklaşıyordu. Alberto ile Sofie girdikleri bir kitapçıda kendi kitaplarını gördüler. SOFİE”NİN DÜNYASI Alberto ve Sofie binbaşının kendilerine oynadığı oyundan rahatsız olurlar ve Hilde’den yardım isterler. Hilde’de babasına küçük bir oyun hazırlar. Babasının Lübnan’dan dönerken aktarma yapacağı havaalanında üç saat beklemesi gerekiyordur. Hilde teyzesinin de yardımıyla Havanalına küçük kartpostallar asar ve bu şekilde babasını yönlendirir. Binbaşı gözetlendiğini ve Hilde’nin havaalanında olduğunu düşünür. Ama kitap yazarken kendi de Sofie’ye böyle şaşırtıcı kartlar göndermiştir. İlk kez onların neler hissettiğini anlar.
Sofie 15’inci yaş günü partisinde annesiyle Alberto’yu tanıştırır. Partide garip olaylar olmaktadır. Bunu binbaşı yazmaktadır. Sofie ve Alberto binbaşının kurgusundan kaçmaya çalışırlar ve bunu başarırlar. Artık yüzyıllardan beri masal kahramanlarının bulunduğu bir âlemde yaşamaya başlarlar.
Binbaşı eve döndüğünde kızına kitabı ona felsefe tarihini öğretmek için yazdığını anlatır.


İçeriğe göz attığımıza göre şimdi sırada genel düşüncelerimi yazacağım bölüm var.
Kitap felsefe romanı gibi ağır sayılacak bir kitap değil kesinlikle.Tamamıyla içerisine çeken ve sürükleyen anlatımından dolayı hızlı kısa sürede bitirebileceğiniz bir kitap olduğunu düşünüyorum.Biraz kalın duruyor olabilir ama inanın ki o büyülü dünyanın muhteşem sayfalarına bir başlasanız bir daha çıkmak istemezsiniz diyebilirim.Daha çok terim ve izm öğrenmek isteyen ve buna yeni başlayan felsefe severlere önereceğim türden bir kitap.Kesinlikle başlangıç kitaplarını sırala deseler ilk üçe alırdım.Öyleyse siz de bu kitabı henüz okumadıysanız Sofinin Dünyası sizi bekliyor.

Şimdilik hoşçakalın, felsefeyle kalın:))

23 Kasım 2019 Cumartesi

Yabancı

Merhabalar arkadaşlar.Uzun zamandır sadece distopya ve ütopyalardan oluşan yayınlarla karşınızdaydım. Ama bu kez daha farklı bir şaheserle sizlerle birlikteyim.Eserin adını daha önceden duyduğunuza emin gibiyim.Çünkü eser en genç yaşta nobel edebiyat ödülü alan muazzam bir yazara ait. Albert Camus'tan bahsettiğimi anladınız zannediyorum ki.Eser de yazarı kadar etkileyici.Yazarın en çok dile çevrilen,okunan ve beğenilen eseri.Bu kadar ipucundan sonra sıra cevabı söylemeye geldi.Kitabımız Yabancı.O kadar değişik bir kitaptı ki benim için kitap hakkındaki düşüncelerimi toparlamakta gerçeken zorlandım.Analizini yapmak,arka plandaki gerçekleri görebilmek ve her satırda ama neden böyle düşünüyor ki bu çok saçma dedikten sonra bile aslında bu düşüncenin tam anlamıyla felsefik bir düşünce olan''Egsiztansiyonizm''ile bağdaştığını anladım. Kısaca kitaba ba-yıl-dım diyebilirim.Genel düşüncelerimden önce dilerseniz kitabın içeriğine göz atıp bazı bölümlerini inceleyelim.

Kitabın baş kahramanı Meursault. Yan kahramanlar Raymond ve Marie. Kitap, Meursault’nun başından geçenleri anlatıyor. Karakterimiz genel olarak umursamaz, basit zevkleri olan, hayatı ve hayatının sıradanlığını kabullenmiş. Cezayir’de kendi halinde yaşayan bir adam.
Kitap, Meursault’nun, annesinin ölüm haberi üzerine huzurevine gitmesiyle başlıyor. Annesinin ölümü üzerine aldığı telgrafa soğukkanlılıkla yaklaşması, annesinin cenazesinin yüzünü nedensizce görmek istememesi, annesinin yaşını bilmemesi, cenaze başında kahve ve sigara ile keyif yapması, o gün annesinin cenazesi olmasaydı gezip eğlenebileceğini hayal etmesi bizi ikilemde bırakıyor; bir savunma mekanizması mı, yoksa yabancılaşma (alienation) mı? Meursault huzurevine giderken duygularından ziyade her türlü ayrıntıyı, havanın sıcaklığını, benzin kokusunu, karşılaştığı insanların görünüşlerini tüm netliğiyle betimlemesi, soğuk kanlılığı, aynı zamanda kayıtsızlığı, ölümün günlük hayatın sıradan bir parçası olduğunu söylemesi, sevgiyi ve ayrılığı alışkanlıklara bağlaması, bencilliğine mantıklı nedenler bulması bir savunma mekanizması olan rasyonalizasyon’u (mantığa bürüme) hatırlatıyor.
Kitabın ilk cümlesi ‘Bugün annem öldü.’ bizi sarsıyor, ama Meursault’yu tanımaya başladıkça onun hayatındaki olaylara sıradan bir insan olarak yaklaşmadığını, “biz”den farklı olduğunu, veya fazla sıradan olduğunu görüp ondan uzaklaşıyoruz. Pek çok okur Meursault’yu fazla umursamaz bulduğu için, ondan rahatsız oluyor.Ertesi gün Meursault, çalıştığı büroda daha önceden çalışan Marie ile tanışıp günü onunla geçiriyor. Annesinin ölümü onu hiç etkilemiş gibi görünmüyor. Meursault’nun hayatındaki iki insan; sevgilisi Marie ve komşusu Raymond. Marie neşeli, Meursault’nun umursamaz ve sıkıcı tavrını dengeleyen bir kadın. Raymond ise çapkın ve belalı biri. Meursault’nun başına gelen olaylar, Raymond’ın başının altından çıkıyor ve onun hayatını tamamen değiştiriyor. Raymond’a sataşan çete yüzünden, Meursault bir adam öldürür, ve sorguya alınır.Sorgu yargıcı, Meursault’yu adam öldürdüğü için, diğer herkes gibi olmadığı için, umursamaz olduğu için; kendine, sevgilisine, evine, komşularına, iş yerine, halka yabancılaştığı için yargılamaktadır. Yargıç, halkı; ve belki de okuyucuyu temsil eder. Cezalandırılan Meursault’nun işlediği cinayet değil, kayıtsızlığı ve duygusuzluğudur. Meursault’nun avukatı Meursault’nun ağzından konuşur ve duruşma boyunca Meursault hiçe sayılır. Bu da Meursault’yu kendi duruşmasında bile umursamaz, baş kahraman olsa dahi dışarıdan izleyen bir karakter konumuna sokar, tıpkı hayatını dışarıdan izlediği gibi. Biz de okurken içten içe Meursault’yu yargılıyoruzdur; şahsen Meursault’yu en çok yargıladığım sahnelerden birinden alıntı yapmak istiyorum.
“Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu sevmediğimi söyledim. “Öyleyse neden evleneceksin benimle?” dedi. Ben de ona bunun bir önemi olmadığını, ama arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım.”
Meursault’nun gerçekten hayatta herhangi bir şeyi umursayamayacağını anlatan bir alıntı bence bu, ve daha ilginci Marie, bu diyaloğun üzerine içten içe Meursault’ya evlenme teklifi ediyor.Meursault hapishaneye girdiğinde, kötü şartlarda yaşamını devam ettirmesine rağmen bundan rahatsız gibi görünmüyor. Kitap kahraman anlatıcı bakış açısıyla yazıldığı için kitabın tamamını Meursault’nun bakış açısından okuyoruz; onun düşüncelerini ve duygularını dinliyoruz; fakat hapishane kısımlarında bu düşünceler daha yoğun bir hal alıyor. Hücrede pek fazla olay olmadığı için, sadece Meursault’yu dinliyoruz.Meursault idama mahkum edilir ve ölümü bile her zamanki umursamazlığıyla karşılar. Kitabın sonunda, idama götürülmeden önce annesini düşünür. Cenazesinde düşünmediği annesini kendi cenazesinde düşünmesi manidardır.Kitabın adından da anlaşılacağı üzere; Meursault kendine, çevresine, annesine, yaşadığı ortama; kısacası her şeye “Yabancı”laşmıştır.
Kitabın içeriğine göz attığımıza göre sırada kitaptaki en can alıcı ayrıntıları yazmakta:
1.) Her halükârda,beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan belki emin değildim ama,beni ilgilendirmeyenin ne olduğundan emindim.
2.) İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.
3.) Ben dinliyor,bana zeki dendiğini duyuyordum. Fakat sıradan bir insanın sahip olduğu niteliklerin,bir suçluya yöneltilen ezici suçlamalar hâline nasıl gelebildiğini anlayamıyordum.
4.) ''Günün birinde gardiyan bana,beş aydır hapiste olduğumu söylediğinde,ona inandım. Ama ne demek istediğini anlamadım. Bana göre hücrenin içinde doğan hep aynı gün,yaptığım iş de hep aynı işti''. 
5.) Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır.
6.) İnsan her zaman az buçuk suçludur.
Alıntılara da göz attığımıza göre sırada kitap hakkındaki genel düşüncelerim var.
Öncelikle kitap gerçekten çok değişik yani öyle ki onu niteleyecek olan  sıfatların ilginç ve özgün olduğunu düşünüyorum.Konu olarak Türk edebiyatına bile ilham vermiş türde bir konu etrafında şekillenmiş.Kitap tam olarak varoluşçuluk felsefesinin ilkelerine uygun şekilde kaleme alınmış.Aslına bakarsanız Camus gibi depresif olarak nitelendirilen bir yazardan böyle bir düşünceye dayalı kitabın çıkmasını beklemek pek de uçarı olmayacaktır.Önceden belirttiğim gibi kitap bu yönüyle gerçekten çok özgün türde.Öyle ki 1957 yılında Nobel Edebiyat ödülüne de layık görülmüş.Bence de bu çok yerinde bir seçim olmuş.İnsanın düşüncelerini derinden etkileyecek türde bir eser olduğunu düşünüyor ve okunulması gerektiğine inanıyorum.Yayınımı burada sonlandırırken sizleri yine kitaptan bir alıntıyla uğurlamak istiyorum.
''İnsanın, yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrı'nın sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir.''
Bir sonraki yayınımda görüşmek üzere.Hoşçakalın, felsefeyle kalın :))

18 Kasım 2019 Pazartesi

Güneş Ülkesi

Hepinize tekrardan merhaba arkadaşlar.Yeni yayınıma hoş geldiniz.Bugün yazacağım kitabı bulmak konusunda pek de sorun yaşamadığımı söylemeliyim.Bu aralar okuduğum bir kitabı sizlerle de paylaşmak istediğim için bu yayınımı Thomas Campanella'nın Güneş Ülkesi olarak yapmak istiyorum.Bugün yapacağım bu yayınla birlikte ütopyaları bitirmiş olacağız.İlk olarak kitabın içeriğine göz atalım.Ondan önce genel bir bilgi olarak kitabın ütopik türde olduğunu söylemek istiyorum.Tıpkı önceden yazdığım Ütopya,Devlet adlı eserler gibi. Campanella eserinde gelecekte olmasını muhtemel gördüğü en iyi devlet ve toplum düzenini tasvir etmiş.Kitabı okumaya ilk başladığınızda diğer felsefi eserlerden farklı olarak aşırı miktarda betimleme içeriyor olduğunu göreceksiniz.Benim en çok dikkatimi çeken şey bu olmuştu.Duvara çizilen resimlerdeki ayrıntılar bile etraflıca tasvir edilmiş kitapta.Açıkçası ben daha çok felsefe,siyaset ve tarih kitapları okumayı sevdiğimden dolayı kitabın bu kısmı bana biraz sıkıcı ve uzun gelmişti ama gerekli olan resmi canlandırmak yönünden bunun gerekli olduğu kanısındayım.Öyleyse artık kitabın içeriğine bir göz atalım.

Genel hatları ile Campanella bu kitapta bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağını; insanın kendisinden başkasını düşünmemesinde, dünya malını benim senin diye paylaşmasında buluyor. Campanella'ya göre; insanlar genel yarar kaygısından uzak oldukları sürece kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa; toplum halinde birbirlerine bağlanan insanların amacı genel yarar olmalıdır. Campanella bu kitapta; özel çıkarları kaldırdığımızda ortada toplum yararından başka bir şey kalmayacağını ve bencil davranışların eninde sonunda toplum güçlerinin çatışmasına yol açacağına inanmaktadır. Onun için, Güneş ülkesinde her şey devlete ve genel yarara hizmet etmelidir. Bu da sosyalizmin temelini oluşturmaktadır.
 Güneş ülkesinde dayanışma bilinci ve topluma yararlı olma isteği vardır. Bunun bir sonucu olarak da güneş ülkesinde özel mal mülk olmamaktadır. Campanella, Romalıların ve ilk Hristiyanlar zamanındaki rahiplerin yurtları ve toplulukları uğruna seve seve savaştıklarını ve mal mülk düşüncesinden uzak durduğunu göstererek bir gün Güneş ülkesinin gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Ayrıca Güneş ülkesinde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış , bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp yüz kızartıcı bir şeydir.

 Güneş ülkesinde mal mülk ortaklığının yanında, kadın ortaklığı da vardır. Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığı Platonda olduğu gibi sadece yöneticiler için değil, tüm toplum içindir. Bu ortaklığın amacı; kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almaktır. Ayrıca bunun temelinde Campanella’nın soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önemde yatmaktadır. Fakat; Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığının bir gün bırakılacağına inanılmaktadır.
 Güneş ülkesinde en büyük yönetici bir başrahip olan Hoh’dur. Gerek dünya işlerinin , gerekse ahiret işlerinin başı odur. Yetkisi mutlaktır, verdiği yargılar kesindir, kimse ses çıkarmaz onlara. Hoh’un Güç, Akıl ve Sevgi adlı eşit yetkide üç yardımcısı vardır. Güç; barış ve savaşla ilgili bütün işleri yönetir, yani;askerlik işlerinde ki en yüksek yetkili kişi odur. Aklın görevi ise, serbest mesleklerin, bilim adamlarının, eğitim işlerinin ve okulların yönetimidir. Sevgi’nin görevi ise; üreme işleridir.
 Ayrıca; Güneş kentte bütün diller öğrenilir. Dünya’nın dört bir yanına elçiler salınır; çeşitli ulusların töreleri, yolları, yasaları, tarihleri öğrenilir. Güneş ülkelilere göre, insanın bir evi, bir karısı, ve kendi çocukları oldu mu mal mülk derdine düşer. Bencillik bundan doğar, ve böylece Güneş ülkeliler bencilliğin amacını ortadan kaldırmakla onu yok etmişler ve yerine ortak yaşama sevgisini koymuşlardır. Onlara göre; yurt sevgisi, kişisel çıkardan vazgeçildiği ölçüde artar.

 Güneş kentliler birbirlerine kardeş derler. Yirmi ikisini aşanlara baba, bu yaştan aşağı olanlara da oğul denir. Gurur; onlarca kusurların en ürküncüdür. Gurur taslayan kimse en sert cezalara çarptırılır. Güneş ülkelilere göre, yoksulluk insanları alçaltır, serseriliğe götürür, onlarda yurt sevgisini azaltır. Zenginlikse; insanları gurura, cahilliğe, küstahlığa, palavracılığa, bencilliğe götürür. Oysa her şeyin ortak olduğu Güneş ülkesinde, herkes aynı zamanda hem zengin, hem yoksuldur. Zengindir; çünkü kent bütün ihtiyaçlarını karşılar. Fakirdir; çünkü kimsenin özel mal mülkü yoktur. Güneş kentliler mala mülke köle olmazlar, sadece yararlanırlar onlardan.
Güneş ülkelilere göre, dinliler dinden uzaklaşıyorsa, din kurallarının sıklığından değil, daha çok dinsizlerle düşüp kalktıkları, şan şeref peşine düştükleri, mal mülk sevdasına, ten isteklerine kapıldıkları için uzaklaşıyorlar.
 Güneş ülkelilerin yemek bakımından uydukları kural şudur; bir gün et, bir gün balık, bir gün sebze yerler. Dördüncü gün, mideleri yorulmasın ve organizma güçsüz duruma düşmesin diye yeniden ete dönerler. Sindirimi en kolay besinleri yaşlılara ayırırlar. Ama çoğunluk, günde iki öğün, çocuklarsa doktorların öğütleri gereğince dört öğün yerler. Güneş ülkeliler genel olarak, yüzyıl yaşarlar, iki yüzyıl yaşayanlarda vardır.
 Güneş ülkesinde cinsel istekleri aşırı olan bazı erkeklerin, tabiata aykırı yollara sapmalarını önlemek için, belli bir yaştan öncede kadınlarla yatmalarına izin verilir. Yalnız bu kadınların gebe, ya da kısır olması gerekir. Cinsel sapıklık yaparken yakalananlar, ağır cezalara çarptırılır. Bu ceza idama kadar gidebilir.
Güneş ülkelilere göre; savaşın amacı düşmanı yok etmek değil, daha iyi hale getirmektir. Devletin, dinin ve insanlığın düşmanlarına karşı acımadan savaşırlar. Güneş kent ordusunu, hepsi de savaş hilesi bakımından usta olan beş, sekiz ya da on komutan yönetir. Bunlar savaş işlerini görüşmek için toplanır ve aldıkları karara göre birliklerine kumanda ederler. Düşmanın önünden ilk kaçanlar ölüm cezasına çarptırılırlar. Ancak bütün ordu bağışlanmalarını ister, ve teker teker suçu paylaşırlarsa, ölümden kurtulabilirler.

Campanella yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanmaktadır.

Kitapta çok beğendiğim iki cümleyi sizlerle de paylaşmak istiyorum.Altını çizdiğim pek çok yer olmasına rağmen bu iki cümle beni çok etkilemişti.

1.)Bencilliğin Kaldırılması Olanaksızdır
Bencilliği ortadan kaldırırsanız geriye evrensel sevgi kalır.
2.)Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum... Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor...

Kitap hakkındaki genel görüşlerim:
Kitap genel olarak hoşuma gitti.Çünkü okuduklarımdan anladığım kadarıyla Campanella gerçekten ne istediğini bilen bir ütopyacı.Genel hatlarıyla ideal düzeni anlatmayı başarmış.İdeal düzenin yolunun sosyalizme dayalı(kitapta açıkça yazmamakla beraber öyle olduğu kolayca anlaşılıyor.)Ancak eleştirilebilecek bir nokta bulmuştum kendimce.Bilindiği üzere gerçek bir sosyalizmden bahsetmek için tam eşitlik şartlarına uymamız gerekir.Ancak kitabın ''Yöneticiler daha kaliteli yemeklerden yiyebilir ve istediklerini bu yemeklerle ödüllendirebilirler.'' kısmı kendi içerisinde çelişiyor gibi.Onun dışında kitap mükemmele yakın yazılmış diyebilirim.Kesinlikle üst düzey bir felsefe bilgisi istemeyen bir kitap.Rahatlıkla okunabileceğine teminat verebilirim.Hala okumadıysanız Campanella sizleri bekliyorr:))
Bir sonraki yayınıma kadar hoşçakalın, felsefeyle kalın:)) 


16 Kasım 2019 Cumartesi

Hayvan Çiftliği

Merhaba arkadaşlar.Bir önceki yayınımda belirttiğim gibi ütopya ve distopyaları bitirebilmek adına bu yayınımı da bu türde yapacağım.Sıradaki eserimiz yine bir önceki yazarımızla aynı olan George Orwell tarafından yazılan Hayvan Çiftliği.İlk olarak kitabın içeriğine biraz göz atalım.Ne dersiniz? Evet hadi dediğinizi duyar gibiyim.Öyleyse zaman kaybetmeden bir an önce başlayalım.Hayvanların çok çalışıp emeklerinin karşılığı olarak çok az yiyecek verildiği bir çiftliktir Beylik Çiftliği. Çiftliğin sahibi Mr. Jones hayvanlara zulmetmektedir. Bir gün çiftliğin en yaşlısı ve en saygı duyulan kişisi Koca Reis adındaki domuz, tüm hayvanları ahıra toplar ve onlara gördüğü bir rüyadan bahseder. Bu rüyada İngiltere’nin tüm hayvanları, insanların olmadığı bir toplumda yeşil kırlarda gönüllerince koşup, oynarlar ve tüm emek ve ürünleri sadece onlara aittir. Hiç çalışmayıp, sadece hayvanların tüm ürün ve çabalarını sömüren insan ırkının olmadığı, mutluluk dolu bir ütopyadır burası. Koca Reis, hayvanlara artık böyle yaşamak zorunda olmamalarını söyler ve örgütlenme çağrısı yapar. Tüm hayvanlara özgürlükleri ve emekleri için savaşmalarını söyler. Bir zamanlar tüm hayvanlar arasında söylenen ama artık unutulan bir şarkıyı, “İngiltere’nin Hayvanları” şarkısını herkese söyler. Koca Reis birkaç gün sonra ölür. Koca Reis’in anlattığı özgürlükçü düşünce tüm hayvanlar tarafından benimsenmiştir, sadece kimse bu isyanın ne zaman başlayacağını bilmemektedir ve çoğunun da başlatma cesareti yoktur. Bir gün, çiftlik çalışanları uykularından uyanamayıp hayvanlara yemlerini vermeyi unutunca, hayvanlar ambarın kapısını kırar ve yemek yemeye başlar. Bunun üzerine Mr.Jones ve çalışanlar ambara gelip hayvanları kırbaçlamaya başlarlar. Bu bardağı taşıran son damla olur ve plansız bir şekilde ilk ayaklanma orada başlar, Mr.Jones ve çalışanlar çiftlikten atılır. Bundan böyle Beylik Çiftliği adı değiştirilir ve Hayvan Çiftliği kurulur. Mr.Jones’a ait ne varsa büyük bir ateşte yakılır, evi hariç. Evin müze olarak korunması kararı alınır. Tüm hayvanların en zekisi olarak bilinen domuzlar, liderlik vasfını hemen üzerlerine alırlar. Domuzlardan iki tanesi diğerlerinden daha çok dikkat çekmektedir, Snowball ve Napoleon. Çiftlik için Yedi Emir ve temel ilke oluşturulur. Bunlar;
  1. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
  2. Dört üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
  3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
  4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
  5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
  6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
  7. Bütün hayvanlar eşittir.
Çiftlikte işler yolunda gitmektedir. Tüm hayvanlar her birlikte çalışıp, o yılın hasadını yaparlar. Artık sadece kendileri için çalıştıklarını bilmek onlara büyük bir mutluluk ve azim vermektedir. Öte yandan Snowball ve Napoleon birbirlerine tamamen zıt iki karakterdir. Snowball yenilikçi, hayvanlara hizmet etmeyi ilke edinmiş bir domuzdur. Onlara okumayı öğretmeye çalışır, çiftliğin daha verimli olması için yollar arar. Kitaplar okuyarak zanaat ve bilim öğrenir. Çiftlikteki işleri kolaylaştırmaya çalışır ve bir yel değirmeni projesi vardır. Napolen ise tam tersi bir şekilde, belli bir şekilde ayrımcılık isteyen ve kimseye belli etmeden diğer hayvanların haklarını yiyen bir domuzdur. Niyeti çiftliğin yeni sahibi olmaktır. Elmaları ve ineklerin sütlerini kendine ayırır ve yönetimi ele geçirmek için, yavru köpekleri kendine hizmet eden vahşi köpekler haline getirir.
Domuzlar bir müddet sonra yatakta uyumaya, içki içmeye, kıyafet giymeye, dış dünyayla ticaret ilişkisine girmeye, iki ayak üzerinde yürümeye ve hayvan öldürmeye başlıyorlar. Diğer hayvanlar ise  buna asla karşı çıkamıyor; çünkü içlerinde Mr.Jones’ın geri gelme korkusu, Napoleon’un köpeklerinin korkusu var. Cahil kaldıkları ve çoğu da okuma yazma öğrenemediği için yapabildikleri tek şey liderlerinin doğruyu bildiğine inanıp, tüm güçleriyle çalışmak. Ayrıca domuzlar tarafından yavaş yavaş geri getirilen emperyalist yönetim, çok güzel bir şekilde kabul ettiriliyor. Yedi Emir;
  1. Dört ayak iyidir, iki ayak daha iyidir.
  2. Hiçbir hayvan sebepsiz yere öldürülemez.
  3. Hiçbir hayvan çarşaflı yataklarda uyuyamaz.
  4. Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir.
şeklinde değiştiriliyor. Diğer emirler de zaten zaman içinde unutulup gidiyor. Kitap aslında yönetim şeklinin önemsiz olduğuna, önemli olanın halkların örgütlenmesine ve kendi güçlerinin farkına varması gerektiğine dikkat çekiyor. Çünkü liderler halksız, halklarda lidersiz hiçbir yere varamaz. Önemli olan halkın liderini kontrol edebilmesi ve kendi haklarını gözetmesidir. Yedi Emir’i hiç öğrenemeyen hayvanlar koyunlardır ve bu yüzden Snowball onlara tüm emirleri kısaca “dört ayak iyi, iki ayak kötü” olarak öğretmiştir. Koyunlar bu sloganı beğendiklerinden neredeyse her toplantıda hep bir ağızdan söylemektedirler. Yönetim değişince, Squealer adlı domuz onları gizlice bir araya toplar ve yeni sloganı öğretir ” dört ayak iyi, iki ayak daha iyi”. Boxer, biraz salak olmasına rağmen, çiftliğin en sadık ve güçlü hayvanıdır. Mr.Jones’ın gidişinden sonra, yönetimi hiç sorgulamamış, yel değirmeninin yapımında da canla başla en çok o çalışmıştır. hiç söylenmemiş ve her zaman Napoleon haklıdır demiştir. Ama çok yorgun düşüp, hastalanınca kasabın yolunu boylamıştır. Diğer çiftçiler, çiftliğe bir saldırıda daha bulunurlar ve değirmenini darmadağın ederler. Domuzlar, işbirliği içinde oldukları insanları çiftliğe çağırırlar ve hep birlikte kağıt oynayıp, içki içerler. Bu sırada kurdukları güzel ortaklıktan bahsedip, birbirlerine övgüler yağdırırlar. Bay Pilkington’un söylediği “Sizler aşağı kesimden hayvanlarınızla uğraşmak zorundasınız, bizler de bizim aşağı sınıftan insanlarımızla uğraşmak zorundayız.” esprisi ve “Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirinden ayır edemiyor.” İfadesiyle roman son buluyor.

Romanın Değerlendirilmesi:
Roman 2. Dünya savaşı yıllarını yaşamış George Orwell tarafından yazılmıştır. Roman reel sosyalizmin bir eleştirisidir. Orwell kendisininkiyle aynı ilkeden gelme hayat görüşüne sahip insanları korkusuzca eleştirmiş, inandığı savunduğu şeyin aslında bu olduğuna inanmamış. Sol görüşü eleştiren bir solcu olarak, oldukça olmuş. Eser, o dönemin Sovyet Rusya’sına ve tabii ki Stalin’e yönelik bir eleştiri. Benzetmeler ve kara mizah çok güzel bir şekilde işlenmiş. Mr.Jones, emperyalist yönetimi, Napoleon Rus lider Stalin’i, hayvanlarsa halkı temsil ediyor. Kimilerine göre, Snowball Leon Troçki’yi, Koca Reis Karl Marx veya Vladimir Lenin’i, komşu çiftlik sahipleriyse Almanya ve İngiltere’yi temsil ediyor. Sosyalizmin uygulanmasına ve zamanla karşı çıktıkları şeye dönüşen liderleri anlatan çok güzel bir kara mizah. Eser masal anlatımıyla yazılmış bir romandır. Romanın ana karakterleri bir çiftlikte yaşayan hayvanlardır. Romancı hayvanları alegorik bir şekilde kullanarak, Stalin’i ve reel sosyalizmi hicvetse de aslında bütün diktatörlükleri, baskıcı yönetimleri eleştirmiştir.
Roman hakkındaki kişisel görüşlerim:
Bu kitabı 11.sınıfta iken felsefe öğretmenimin tavsiyesi üzerine okumuştum.Şu an iyi ki okumuşum dediğim kitaplar arasında başlarda sıralayabileceğim kitaplardan biri muhakkak.Anlatımın akıcılığı ve kolay anlaşılırlığı kitabı üst düzey felsefe bilgisine sahip olmayan insanlar için bile muntazam bir hale getirmiş..Kitabı okurken asla bir felsefi roman olduğunu değil de bir masal okuduğumu düşünmüştüm. Halbuki şu an aslında ne kadar çok sosyal mesaj içeren ve önemli bir kitap okuduğumun farkına yeni vardım.Kitabın barındırdığı sosyalizm temelli toplum anlatımı daha sonrasında yönetici kesim tarafından emperyalizme geçme isteği gibi olgular o kadar güzel şekilde kurgulanmış ki öğretmenimin bu kitabı kesinlikle okumalısın demesinin sebebini anlamış oldum.Kitap kesinlikle okunması gereken bir George Orwell efsanesi diyebilirim.
Genel görüşlerimi de belirttiğime göre yayınımı burada noktalıyorum.Bir sonraki yayınımda görüşmek üzere.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:) 

8 Kasım 2019 Cuma

Ütopya

Ütopyaları ve distopyaları bitirebilmek adına bu yayınımı da bu olgu üzerinden götürmeye karar verdim.Hepinize tekrardan merhabalar.Kitabımız Thomas More tarafından yazılan ve olguyla aynı adı taşıyan Ütopya.Öyleyse başlayalım.

Bu yayınımızda Ütopya sadece yazınsal açıdan ele alınmayacaktır. Bu durum, eserin kendisinden kaynaklanıyor. Ütopya’da ortaya konan kolektivite, ortak mülkiyet ve dini serbestlik göz önünde bulundurulduğunda, eserin sosyalizm adlı toplumsal-ekonomik projeyi anlattığı söylenebilir. Marx’ın Manifesto’yu yazmasından tam 332 yıl önce, eğitimli bir İngiliz vatandaşı olan More kolektiviteden ve ortak mülkiyetten bahsediyordu. Kitaptan bahsetmeden önce More’un Utopia’yı yazdığı dönemden bahsetmek daha doğru olur.

Utopia 16. Yüzyılın başlarında, Rönesans, Hümanizm ve Reformasyon’un tarihsel olarak kesiştiği dönemde kaleme alınmış. Rönesans ile birlikte ruhtan sonra bedenin de keşfedilmesi ve mutluluk, huzur gibi kavramların dünyevileşmesi söz konusudur. Sadece ölümden sonra değil, yaşamda da mutlu olmak insanların akıllarına sızmıştı. Katolik Kilisesi etkisini koruyordu ancak yaşamın merkezine Tanrı kadar insan da alınmaya başlanmıştı. Bu sayede, çoğunlukla yetkin olmasa da, insanı merkeze alan Antik Yunan düşünce ve yazını üzerine incelemeler yapılmaya başlanmıştır. Rönesans’ın More üzerindeki etkisi “yeryüzünde bir cennet yaratmak” şeklinde olmuştur. More tarafından düşünülen ütopyadaki özelliklere bakacak olursak şu şekilde sıralayabiliriz. 

UTOPIA

  • Utopia nerede olduğu belirtilmeyen bir adadır. 
  • 54 şehirden oluşur ve tek bir dil konuşulur. 
  • Bireyler aileleri, aileler “philarch” denen yönetim birimlerini oluşturur. Philarch önderleri daha üst bir kademede temsil olunur. Philarch aynı zamanda bir iş birimidir. Tarlalarda kolektif çalışılır. Sabah üç, öğleden sonra üç, olmak üzere günde altı saat çalışılır. Kautsky Utopia incelemesinde aynı iş saati önerisinin Marx’ın Kapital’inde yer aldığından bahseder. 
  • Devlete ve yönetime dair tüm sorunlar halk kurultaylarında görüşülür. Kurultay ve büyük halk toplantıları dışında memleket meselelerini konuşmak yasaktır ve idamı gerektirir. En büyük suç da budur zaten.
  • Zorunlu eğitimin tek kademesi tarım eğitimidir. “Utopia’da toplum kurumlarının amacı, halkın ve teklerin ihtiyaçlarını gidermek, sonra herkese, bedenin köleliğinden kurtulmak, düşüncesini özgürce işletmek, kafa yetilerini bilimler ve sanatlarla geliştirmek için mümkün olduğu kadar fazla vakit bırakmaktır.” İnsanlar işlerini bitirdikten sonra, öğleden önce sabah üniversitesine giderler. Burada kültür ve sanat dersleri alırlar. Sadece aydınların buraya devam zorunluluğu vardır, gönüllüler istedikleri zaman gelebilirler. Bu kurgu da kültür ve sanatı elitlerin ya da soyluların tekelinden çıkarmak için yapılmıştır.
  • Kolektif yaşam sadece tarlalarda değil, ihtiyaçların giderilmesinde de söz konusudur. Çocuklar ortak bakım hanelerde büyür, yemekler halkevlerinde yenir. 
  • Ülkenin belli bir dini yok. Dinsel hoşgörü egemen ve herhangi bir dinin propagandasını yapmak ceza gerekçesi olarak görülüyor. Herkes Tanrı’nın varlığında hemfikir ve en büyük ibadetin çalışmak olduğunu düşünüyorlar. Ancak mal ortaklığı, 13. Yüzyıla kadar Hıristiyanlığın temel ilkelerinden biri olduğu için çoğu Hıristiyanlığı benimsemiş durumda. Utopia halkı hani dine mensup olursa olsun, öldükten sonra ruhun yaşayacağına inanıyor. Bu da Utopia’nın sosyalizmle ayrışan ender noktalarından biri.
  • Savaşçı bir toplum değil. Sadece kendilerini korumaları gerektiğinde savaşa giriyorlar. Fazla asker besleyip, halkın yararlanabileceği ihtiyaç maddesini israf etmek yerine, paralı askerler tutuyorlar. Yine de devlete ait bir askeri güç var. Başlarında bir kralları bulunuyor ve bu kralın adı Utopus.

  • Kitaba dair, son olarak değinilmesi gereken nokta, More’un Utopia’yı neden yazdığıdır. More’un hayal gücünün bir ürünü olan Utopia eserinde, Raphael Hytloday’in More’un söylemek isteyip de söyleyemediklerini ifade ediyor olması akla gelen ilk ihtimal. Ancak, More’un bu ihtimalle çelişen açıklamaları var. Hythloday özel mülkiyetin olmamasını, zenginliğin ve eşit bölüşümün ilk şartı sayar. More ise ifadelerinde özel mülkiyete karşı olmadığını vurgular. Bu durumda, More’un monarşi baskısı altında olduğu göz önünde bulundurularak Hythloday’e söylettiklerinin tam tersini söylemiş olması muhtemel zannımca.

  • More’un kitabı yazma amacına dair en anlamlı ipucunu kitabın son paragrafı sunuyor aslında. More kitabını bitirirken şunları söylüyor: “Gerçi bu dünya işlerini iyi bilen bu bilgin kişinin bütün dediklerini kabul edemem ama şunu da saklamayacağım ki, Utopia devletinin birçok özelliklerini şehirlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu.”

  •  Kitap hakkındaki genek görüşlerimin oldukça iç açıcı olduğunu söyleyebilirim.Kitap tartışmalı konular olan marksizme bile değinecek ender türde edebi özellikler taşıyan bir başyapıt niteliğinde.Ütopya ve distopyaları bitirmek adına bir sonraki yayınımda karşınıza farklı türde bir eserle çıkmayı planlıyor sizleri More'un büyülü ütopyasıyla başbaşa bırakıyorum.
  • ''Hoşçakalın,felsefeyle kalın.;)''

5 Kasım 2019 Salı

1984

Merhaba arkadaşlar.Devlet isimli ütopya örneğimizden sonra şimdi sırada George Orwell tarafından yazılan 1984 isimli distopik romanımız var.Ben ki ütopya ve distopya kavramlarına aşırı ilgili biri olarak bu kitabı 11.sınıfta okumuştum ama etkileri hala hissediliyor diyebilirim.Dilerseniz incelememize başlayalım:)


Kitapta sürekli olarak bahsedilen kavram Big Brother.Bakalım Orwell bunu nasıl ele almış...
" Büyük Birader " (Big Brother)  ismi çeşitli ülkelerde kavramsal olarak kullanılır, burada anlatılması istenen Büyük Biraderin bir korku imparatorluğu yaratması, ve diktatörlüğüyle bütün insanları susturma isteği.. Romanın bu bölümünde Winston'un karıştığı mevzuların nasıl olduğunu anlamak için şu alıntıyı paylaşmak uygun olur. Sadece Winston ile ilgili değil, Büyük Birader'in tek söz sahibi olduğu bir yeri çok iyi anlatan sözler desek de kabul görür. 
" Tutuklamalar her zaman gece yapılırdı. Uykudan, ansızın sarsılarak uyanma, omzunuzu dürten kaba bir el, gözlerinize tutulan ışık, yatağınızın çevresinde katı yüzlerden bir halka. Olayların büyük çoğunluğunda yargılama olmaz, tutuklama gerekçesi gösterilmezdi. İnsanlar geceleri ortadan kayboluverirlerdi, o kadar. Adları sicillerden silinir, o güne dek tüm yaptıkları kayıtlardan silinir bir zamanlar var oldukları yadsınır ve sonra unutulurdu. Böyle ortadan kaldırılanlara, yok edilenlere genellikle buharlaştı denilirdi.
Kitapta başlıca değinilen diğer bir nokta ise proleterler:
Proleterler hakkında uzun bir alıntı romanın en önemli si olduğunu düşündüğüm cümlelerinden. 
“ Proleterler yönetimsiz bırakıldıkları zaman Arjantin’ın ovalarına salınıvermiş sığırlar gibi, doğal buldukları ilkel bir yaşam birimi geliştirmişlerdi. Doğarlar, sokaklarda büyürler, on iki yaşında işe gitmeye başlarlar, kısa bir güzellik ve cinsellik döneminden geçip yirmi yaşında evlenirler, otuz yaşında orta yaşlı olurlar ve ortalama altmış yaşına ölürlerdi. Ağır bir çalışma hayatı, ev ve çocuk sorunu, komşularla ufak tefek tartışmalar, sinema, futbol, bira ve her şeyden önemlisi kumar, akıllarının ufkunu doldururdu. Onları denetlemek zor değildi. Düşünce Polisinin birkaç casusu aralarında dolaşır, yalan dolan söylentiler yayar, tehlikeli olabileceği düşünülen bireyleri saptar ve ortadan kaldırırlardı; ama Partinin ideolojisini kendilerine aşılamak için, hiçbir girişimde bulunmazlardı. Proleterlerin, güçlü siyasal görüşlerinin olması istenmezdi. Onlardan beklenen tek şey, çalışma saatlerinin uzatılması ve yiyecek tayını kısıntılarını kabul etmelerini kolaylaştıracak ilkel bir yurtseverlik duygusuydu. Bazen hoşnutsuzluk duyabiliyorlardı, ama bu hiçbir sonuca götürmüyordu onlardı, çünkü tutunacakları herhangi bir düşünceleri olmadığından, bu hoşnutsuzlukları ufak tefek, belirli sorunlara yöneliyordu. Büyük sorunların her zaman dikkatlerinden kaçması kaçınılmazdı. Proleterlerin büyük bir kısmının evinde tele ekran bile bulunmazdı. Sivil polis işlerine çok az karışırdı. Londra’da her türlü suç almış yürümüştü; hırsızlar, dolandırıcılar, fahişeler, uyuşturucu madde pazarlayıcıları ve her türlü karanlık işle uğraşanlar, dünya içinde dünya oluşturmuşlardı; ama tüm bunlar proleterlerin kendi bünyelerinde var olduğundan önemsenmiyordu. Ahlak konularında , dedelerinin kurallarını izlemelerine izin veriliyordu. Partinin cinsel disiplin eğitimi onlara uygulanmıyordu. Rastgele cinsel ilişkiler cezalandırılmıyor, boşanmaya izin veriliyordu. Eğer proleterler herhangi bir gereksinim duymuş olsalardı, ibadete ve dine bile izin verilecekti. Kuşkunun sınırları dışındaydılar. Partinin sloganında belirtildiği gibi ‘ Proleterler ve hayvanlar özgürdür “ 

Kitap hakkındaki genel görüşlerim:
Kitap hakkındaki genel görüşlerime değinecek olursak kesinlikle okunması gereken bir eser olduğu kanaatindeyim.Zaten distopya denilince akla ilk gelen eserlerden biri.Teknolojik gelişmelerden ziyade daha farklı bir tema işleyerek Big Brother kavramının da patentini almış Orwell.Okuyuculara hem edebi hem de felsefi anlamda bir şölen yarattığını düşünüyor kesinlikle tavsiye ediyorum. Bir sonraki yayında görüşünceye kadar kendinize çok iyi bakın. Hoşçakalın, felsefeyle kalın.
''Big Brother is watching you.'':)

Felsefeye Giriş( adına aldanmayalım)