Kitabın baş kahramanı Meursault. Yan kahramanlar Raymond ve Marie. Kitap, Meursault’nun başından geçenleri anlatıyor. Karakterimiz genel olarak umursamaz, basit zevkleri olan, hayatı ve hayatının sıradanlığını kabullenmiş. Cezayir’de kendi halinde yaşayan bir adam.
Kitap, Meursault’nun, annesinin ölüm haberi üzerine huzurevine gitmesiyle başlıyor. Annesinin ölümü üzerine aldığı telgrafa soğukkanlılıkla yaklaşması, annesinin cenazesinin yüzünü nedensizce görmek istememesi, annesinin yaşını bilmemesi, cenaze başında kahve ve sigara ile keyif yapması, o gün annesinin cenazesi olmasaydı gezip eğlenebileceğini hayal etmesi bizi ikilemde bırakıyor; bir savunma mekanizması mı, yoksa yabancılaşma (alienation) mı? Meursault huzurevine giderken duygularından ziyade her türlü ayrıntıyı, havanın sıcaklığını, benzin kokusunu, karşılaştığı insanların görünüşlerini tüm netliğiyle betimlemesi, soğuk kanlılığı, aynı zamanda kayıtsızlığı, ölümün günlük hayatın sıradan bir parçası olduğunu söylemesi, sevgiyi ve ayrılığı alışkanlıklara bağlaması, bencilliğine mantıklı nedenler bulması bir savunma mekanizması olan rasyonalizasyon’u (mantığa bürüme) hatırlatıyor.
Kitabın ilk cümlesi ‘Bugün annem öldü.’ bizi sarsıyor, ama Meursault’yu tanımaya başladıkça onun hayatındaki olaylara sıradan bir insan olarak yaklaşmadığını, “biz”den farklı olduğunu, veya fazla sıradan olduğunu görüp ondan uzaklaşıyoruz. Pek çok okur Meursault’yu fazla umursamaz bulduğu için, ondan rahatsız oluyor.Ertesi gün Meursault, çalıştığı büroda daha önceden çalışan Marie ile tanışıp günü onunla geçiriyor. Annesinin ölümü onu hiç etkilemiş gibi görünmüyor. Meursault’nun hayatındaki iki insan; sevgilisi Marie ve komşusu Raymond. Marie neşeli, Meursault’nun umursamaz ve sıkıcı tavrını dengeleyen bir kadın. Raymond ise çapkın ve belalı biri. Meursault’nun başına gelen olaylar, Raymond’ın başının altından çıkıyor ve onun hayatını tamamen değiştiriyor. Raymond’a sataşan çete yüzünden, Meursault bir adam öldürür, ve sorguya alınır.Sorgu yargıcı, Meursault’yu adam öldürdüğü için, diğer herkes gibi olmadığı için, umursamaz olduğu için; kendine, sevgilisine, evine, komşularına, iş yerine, halka yabancılaştığı için yargılamaktadır. Yargıç, halkı; ve belki de okuyucuyu temsil eder. Cezalandırılan Meursault’nun işlediği cinayet değil, kayıtsızlığı ve duygusuzluğudur. Meursault’nun avukatı Meursault’nun ağzından konuşur ve duruşma boyunca Meursault hiçe sayılır. Bu da Meursault’yu kendi duruşmasında bile umursamaz, baş kahraman olsa dahi dışarıdan izleyen bir karakter konumuna sokar, tıpkı hayatını dışarıdan izlediği gibi. Biz de okurken içten içe Meursault’yu yargılıyoruzdur; şahsen Meursault’yu en çok yargıladığım sahnelerden birinden alıntı yapmak istiyorum.
“Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu sevmediğimi söyledim. “Öyleyse neden evleneceksin benimle?” dedi. Ben de ona bunun bir önemi olmadığını, ama arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım.”
Meursault’nun gerçekten hayatta herhangi bir şeyi umursayamayacağını anlatan bir alıntı bence bu, ve daha ilginci Marie, bu diyaloğun üzerine içten içe Meursault’ya evlenme teklifi ediyor.Meursault hapishaneye girdiğinde, kötü şartlarda yaşamını devam ettirmesine rağmen bundan rahatsız gibi görünmüyor. Kitap kahraman anlatıcı bakış açısıyla yazıldığı için kitabın tamamını Meursault’nun bakış açısından okuyoruz; onun düşüncelerini ve duygularını dinliyoruz; fakat hapishane kısımlarında bu düşünceler daha yoğun bir hal alıyor. Hücrede pek fazla olay olmadığı için, sadece Meursault’yu dinliyoruz.Meursault idama mahkum edilir ve ölümü bile her zamanki umursamazlığıyla karşılar. Kitabın sonunda, idama götürülmeden önce annesini düşünür. Cenazesinde düşünmediği annesini kendi cenazesinde düşünmesi manidardır.Kitabın adından da anlaşılacağı üzere; Meursault kendine, çevresine, annesine, yaşadığı ortama; kısacası her şeye “Yabancı”laşmıştır.
Kitabın içeriğine göz attığımıza göre sırada kitaptaki en can alıcı ayrıntıları yazmakta:
1.) Her halükârda,beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan belki emin değildim ama,beni ilgilendirmeyenin ne olduğundan emindim.
2.) İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.
3.) Ben dinliyor,bana zeki dendiğini duyuyordum. Fakat sıradan bir insanın sahip olduğu niteliklerin,bir suçluya yöneltilen ezici suçlamalar hâline nasıl gelebildiğini anlayamıyordum.
4.) ''Günün birinde gardiyan bana,beş aydır hapiste olduğumu söylediğinde,ona inandım. Ama ne demek istediğini anlamadım. Bana göre hücrenin içinde doğan hep aynı gün,yaptığım iş de hep aynı işti''.
5.) Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır.
6.) İnsan her zaman az buçuk suçludur.
Alıntılara da göz attığımıza göre sırada kitap hakkındaki genel düşüncelerim var.
Öncelikle kitap gerçekten çok değişik yani öyle ki onu niteleyecek olan sıfatların ilginç ve özgün olduğunu düşünüyorum.Konu olarak Türk edebiyatına bile ilham vermiş türde bir konu etrafında şekillenmiş.Kitap tam olarak varoluşçuluk felsefesinin ilkelerine uygun şekilde kaleme alınmış.Aslına bakarsanız Camus gibi depresif olarak nitelendirilen bir yazardan böyle bir düşünceye dayalı kitabın çıkmasını beklemek pek de uçarı olmayacaktır.Önceden belirttiğim gibi kitap bu yönüyle gerçekten çok özgün türde.Öyle ki 1957 yılında Nobel Edebiyat ödülüne de layık görülmüş.Bence de bu çok yerinde bir seçim olmuş.İnsanın düşüncelerini derinden etkileyecek türde bir eser olduğunu düşünüyor ve okunulması gerektiğine inanıyorum.Yayınımı burada sonlandırırken sizleri yine kitaptan bir alıntıyla uğurlamak istiyorum.
''İnsanın, yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrı'nın sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir.''
Bir sonraki yayınımda görüşmek üzere.Hoşçakalın, felsefeyle kalın :))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder