Felsefi kitap inceleme,öneri ve yorumları
22 Aralık 2019 Pazar
18 Aralık 2019 Çarşamba
Baudelaire
Merhaba arkadaşlar.Yeni yayınıma hoş geldiniz.Bugün sizleri Sartre'ın bir başka muazzam kitabı olan "Baudelaire" ile karşılıyorum.Bildiğiniz üzere Baudelaire anlatımı çok güçlü,Fransız edebiyatı için önemli bir şair,deneme yazarı ve sanat eleştirmeni.Edgar Allen Poe'nun eserlerini çeviren öncü sanatçı olarak bilinir Baudelaire.Sartre bu kitabında şairin yaşam öyküsünü düşünsel bir anlatımla harmanlayıp sunmuş bizlere.Her ne kadar deneme desem de Sartre gibi birinden normal bir deneme yazısı beklemek olmaz tabii ki:))Ne demek istediğimi kitabın 41.sayfasında yer alan şu paragrafla göstereyim hemen."Keskin bir bakışın delip geçemediği tek bir apansız bilinç yoktur onda. Bizim gibi kişilere, bir evi ya da ağacı görmek yetiyor; onları incelemeye pek daldığımızdan, kendimizi unutup gidiyoruz. Baudelaire kendini hiçbir zaman unutmayan adamdır. Görürken de kendine bakar o, baktığını görmek için bakar; kendi ağaç ve ev bilincidir onun gözlediği, nesneler ona ancak bu bilinç aracılığıyla, sanki onları bir cep dürbününden görüyormuş gibi, daha solgun, daha küçük, daha az dokunaklı görünürler."
Göstermeye çalıştığım şey normal bir anlatımdan ziyade yine çok düşündüren,edebi yönü yüksek bir anlatım tercih edilmiş.Zaten kitap hakkında defterime yazdığım kısa not durumu alenen ortaya koyuyor.Hemen paylaşayım sizlerle.
Sartre gibi büyük bir anlatım ustası Baudelaire gibi mutsuz, huysuz, bir bakıma ilençli bir ozanı ele alınca ortaya bir solukta okunan bir yaşamöyküsü-deneme çıkmış. Ozanın özel yaşamından alınan öğeler; anasına, üvey babasına bakışı; yazınla, şiirle, görsel sanatlarla ilişkileri; kadın'a beslediği duygular, yarı varoluşçu, yarı ruhçözümcü bir yaklaşımla incelenmiş.Gerçekten benzersiz bir kişiliğin - ya da Sartre'ın inancına göre, "kişiliği özgür seçimle oluşturduğu yazgının" çarpıcı bir anlatımı."
Paylaştığım bu kesit aynı zamanda kitabın arka kapağında yer alıyor.Kitabın içeriğini tam olarak özetlediği için bu şekilde sizlerle de paylaşmak istedim.Şimdi dilerseniz alıntı bölümüne geçelim.
*Gerek ruh, gerekse beden yönünden, hep uçurum duygusu içinde oldum; yalnız uykudaki uçurum değil, eylemdeki, düşteki, anıdaki, istekteki, pişmanlıktaki, acınmadaki, güzeldeki, sayıdaki vb gibi şeylerdeki uçurum.
*Tanrı olmasa bile, din gene de kutsal ve tanrısal olurdu. Tanrı hükmedebilmek için, var olması bile gerekmeyen tek varlıktır.
*İnsan kendisine, ancak kendisini yaratırsa sahip olabilir.
*Sizi temin ederim ki, saniyeler artık tumturaklı ve güçlü biçimde vuruyor ve de her biri şöyle diyor sarkaçtan fırlarken: "Yaşam'ım ben, dayanılmaz, acımasız Yaşam."
En son paylaştığım alıntının kitapta en begendigim alıntı olduğunu da ekleyeyim.Kitap kolay gibi görünse de asla öyle değil.Okurken bayağı zorlamıştım zihnimi.Yapilan benzetmeler karşılaştırmalar olsun gerçekten çok çarpıcıydı.Zaten Sartre'ın edebi yönünün çok gelişmiş olması anlaması zor olan eselerini bir tık daha zorlaştırmış gibi.Yine de okunması gereken bir Sartre efsanesi olduğunu düşünüyor şimdiden iyi okumalar diliyorum.Kitapla ilgili yorumlarınızı yazmayı unutmayın:)
Hoşçakalın, fslsefeyle kalın:))
Göstermeye çalıştığım şey normal bir anlatımdan ziyade yine çok düşündüren,edebi yönü yüksek bir anlatım tercih edilmiş.Zaten kitap hakkında defterime yazdığım kısa not durumu alenen ortaya koyuyor.Hemen paylaşayım sizlerle.
Sartre gibi büyük bir anlatım ustası Baudelaire gibi mutsuz, huysuz, bir bakıma ilençli bir ozanı ele alınca ortaya bir solukta okunan bir yaşamöyküsü-deneme çıkmış. Ozanın özel yaşamından alınan öğeler; anasına, üvey babasına bakışı; yazınla, şiirle, görsel sanatlarla ilişkileri; kadın'a beslediği duygular, yarı varoluşçu, yarı ruhçözümcü bir yaklaşımla incelenmiş.Gerçekten benzersiz bir kişiliğin - ya da Sartre'ın inancına göre, "kişiliği özgür seçimle oluşturduğu yazgının" çarpıcı bir anlatımı."
Paylaştığım bu kesit aynı zamanda kitabın arka kapağında yer alıyor.Kitabın içeriğini tam olarak özetlediği için bu şekilde sizlerle de paylaşmak istedim.Şimdi dilerseniz alıntı bölümüne geçelim.
*Gerek ruh, gerekse beden yönünden, hep uçurum duygusu içinde oldum; yalnız uykudaki uçurum değil, eylemdeki, düşteki, anıdaki, istekteki, pişmanlıktaki, acınmadaki, güzeldeki, sayıdaki vb gibi şeylerdeki uçurum.
*Tanrı olmasa bile, din gene de kutsal ve tanrısal olurdu. Tanrı hükmedebilmek için, var olması bile gerekmeyen tek varlıktır.
*İnsan kendisine, ancak kendisini yaratırsa sahip olabilir.
*Sizi temin ederim ki, saniyeler artık tumturaklı ve güçlü biçimde vuruyor ve de her biri şöyle diyor sarkaçtan fırlarken: "Yaşam'ım ben, dayanılmaz, acımasız Yaşam."
En son paylaştığım alıntının kitapta en begendigim alıntı olduğunu da ekleyeyim.Kitap kolay gibi görünse de asla öyle değil.Okurken bayağı zorlamıştım zihnimi.Yapilan benzetmeler karşılaştırmalar olsun gerçekten çok çarpıcıydı.Zaten Sartre'ın edebi yönünün çok gelişmiş olması anlaması zor olan eselerini bir tık daha zorlaştırmış gibi.Yine de okunması gereken bir Sartre efsanesi olduğunu düşünüyor şimdiden iyi okumalar diliyorum.Kitapla ilgili yorumlarınızı yazmayı unutmayın:)
Hoşçakalın, fslsefeyle kalın:))
14 Aralık 2019 Cumartesi
İyinin kötünün ötesinde
Merhaba arkadaşlarr.Bugün muhteşem bir kitapla sizlerle birlikteyim.Açıkçası ben yayını yaparken bile heyecanlıyım.Bugün hayranı olduğum bir diğer usta olan Nietzsche'yi yad ediyor olacağız.Kitabımız İyinin Kötünün Ötesinde.Nietzsche 1886 yılında hastalığına rağmen bu kitabı tamamlayabilmiş. İzlediğim bir belgesele göre bu korkunç(!) kitabı hiçbir yayınevi basmak istememiş ve Nietzsche tüm masrafları kendi karşılayarak bastırmış. Daha sonra eleştirmenler kitabı bir dinamite benzetmişler. Bana göre Nietzsche’yi anlamayı istemek “İyinin ve Kötünün Ötesinde” yi anlamaktan geçer.
Kitabın içeriği ve tartışılan konular kısaca şöyle: Nietzsche gerçek Hristiyanlığın insan varlığından nefret etmek olduğunu düşünmekten geçtiğini söyler. Esasında ilahi dinlerin genelinde böyle bir şey olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Dolayısıyla Nietzsche’ye göre din veya inanç için insan temel isteklerini bastırması gerektiğini söylemektedir.
Halk kesiminin yükselişi ve çöküşünü aristokratlara bağlı olduğunu söyler. Halkın ve onların sıradan inanışlarını eleştirmeyi dahi önemsemeyeceğini söyler. İnsanı insan yapan güç istencidir. Güç ise başarıyla gelebilmektedir ve başarı ise çok çalışma, sebat etme, hor görme, acımasız olma, amaçlar uğruna önüne çıkan herkesi veya her şeyi araç olarak görmeyi gerektirir. Onun için mutlak gerçek yoktur bu yüzden iyi ve kötü gibi en uç kavramların ne kadar önemsiz olduğunu, hakikat karşısında nasıl eğilip bükülebileceğini ya da yok sayılabileceğini anlatır.
Daha önce izlediğim Netflix yapımı “House Of Cards” dizisinin temelini oturttuğu düşünceyi buldum bu kitapta. Ayrıca o diziyi herkese ısrarla öneriyorum. Bu kitapla birlikte tüketildiğinde çok anlamlı bir hal alacağına eminim. Dizide de Amerikan Başkanı olmak isteyen bir adamın tüm ahlak kurallarını hiçe saydığı güç ve kudret için karşısına çıkan herkesi bir basamak olarak kullanması ya da ortadan kaldırmasını anlatıyor.
Nietzsche'ye göre bu hayatta iki tür ahlak var; “Efendi Ahlakı” ve “Köle Ahlakı”. Efendi ahlakına sahip insanlar asil olarak niteleniyor ve köle insanların onların kararlarına ve sorumluklarına muhtaç olduklarını söylüyor. Diğer yandan kadınlar hakkındaki düşünceleri ise modern dünyanın düşüncelerine bir hayli aykırı, o yüzden hiç girmeyeceğim.Son olarak kitapta Schopenhauer, Wagner, Geothe gibi birçok Alman sanatının önde gelen isimlerini eleştirdiği bir bölüm de var. “Böyle Buyurdu Zerdüşt” nazaran daha sade, duru ve kavramsal bir dilin olması kitabın anlaşılmasında önemli bir faktör.
Kitabın içeriği ve tartışılan konular kısaca şöyle: Nietzsche gerçek Hristiyanlığın insan varlığından nefret etmek olduğunu düşünmekten geçtiğini söyler. Esasında ilahi dinlerin genelinde böyle bir şey olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Dolayısıyla Nietzsche’ye göre din veya inanç için insan temel isteklerini bastırması gerektiğini söylemektedir.
Halk kesiminin yükselişi ve çöküşünü aristokratlara bağlı olduğunu söyler. Halkın ve onların sıradan inanışlarını eleştirmeyi dahi önemsemeyeceğini söyler. İnsanı insan yapan güç istencidir. Güç ise başarıyla gelebilmektedir ve başarı ise çok çalışma, sebat etme, hor görme, acımasız olma, amaçlar uğruna önüne çıkan herkesi veya her şeyi araç olarak görmeyi gerektirir. Onun için mutlak gerçek yoktur bu yüzden iyi ve kötü gibi en uç kavramların ne kadar önemsiz olduğunu, hakikat karşısında nasıl eğilip bükülebileceğini ya da yok sayılabileceğini anlatır.
Daha önce izlediğim Netflix yapımı “House Of Cards” dizisinin temelini oturttuğu düşünceyi buldum bu kitapta. Ayrıca o diziyi herkese ısrarla öneriyorum. Bu kitapla birlikte tüketildiğinde çok anlamlı bir hal alacağına eminim. Dizide de Amerikan Başkanı olmak isteyen bir adamın tüm ahlak kurallarını hiçe saydığı güç ve kudret için karşısına çıkan herkesi bir basamak olarak kullanması ya da ortadan kaldırmasını anlatıyor.
Nietzsche'ye göre bu hayatta iki tür ahlak var; “Efendi Ahlakı” ve “Köle Ahlakı”. Efendi ahlakına sahip insanlar asil olarak niteleniyor ve köle insanların onların kararlarına ve sorumluklarına muhtaç olduklarını söylüyor. Diğer yandan kadınlar hakkındaki düşünceleri ise modern dünyanın düşüncelerine bir hayli aykırı, o yüzden hiç girmeyeceğim.Son olarak kitapta Schopenhauer, Wagner, Geothe gibi birçok Alman sanatının önde gelen isimlerini eleştirdiği bir bölüm de var. “Böyle Buyurdu Zerdüşt” nazaran daha sade, duru ve kavramsal bir dilin olması kitabın anlaşılmasında önemli bir faktör.
Kitapta altını çizdiğim bazı bölümleri de paylaşayım sizlerle hemen.Aslında bu yorumlarımı daha öncesinde tutmuş olduğum defterlerden alarak paylaşıyorum sizinle.Gerçekten o defterleri yazarken ne kadar emek harcadığımı bir kez daha görmüş oldum.Öyleyse bir bakalım defterimde bu kitabın alıntıları olarak neler varmış...
*Bir şeye az değer biçildiğinde değil,
ancak eşit veya daha fazla değer biçildiği zaman nefret edilir.
*Sonunda inancımız sarsıldı, sabrımızı yitirdik, dönüverdik sırtımızı; ne harika değil mi?
*"Herkese karşı merhamet", kendine karşı zorbalık ve acımasızlık olurdu.
*Bilmem hangi temelsiz kuruntu, sizi zırva bir umuda sürüklüyor.
*İnsan bir kez mucizeyi görebilecek gözleri olunca, durmadan şaşırıyor!
*İnsanın kendini kolaylıkla Tanrı gibi görememesinin nedeni, bir belden aşağısına sahip olmasıdır.
*Acı çekene acınacak da ne olacak! Ya da daha kötüsü, acı üstüne vaaz verilecek de ne olacak!
*Yalanın içinde, bir şeye karşı iyi inancın işareti olan bir masumiyet bulunmaktadır.
Alıntıları da paylaştığıma göree şimdi sıra sizde.En sevdiğiniz alıntıları not etmeyi unutmayın.Bakarsınız bir gün bloglarınızdaki en büyük yardımcılarınız olurlar.Şimdiden iyi okumalar, hepinize kucak dolusu sevgiler ve selamlar:)
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:))
Alıntıları da paylaştığıma göree şimdi sıra sizde.En sevdiğiniz alıntıları not etmeyi unutmayın.Bakarsınız bir gün bloglarınızdaki en büyük yardımcılarınız olurlar.Şimdiden iyi okumalar, hepinize kucak dolusu sevgiler ve selamlar:)
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:))
13 Aralık 2019 Cuma
Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı
Merhaba arkadaşlarrrr.Yeni yayınıma hoş geldinizz:))Umarım gününüz güzel geçiyordur.Bugün sizleri biraz daha ağır kaçabilecek türden bir kitapla karşılayacağım.İpucu olarak en sevdiğim filozof ve yazardan bir eser diyelim.Yazarı tanıdınız zannediyorum ki.Evet evet Sartre'dan bahsediyorum:))Bugünki kitabımızz "Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı".Şunu söylemeliyim ki kitabın içerik bölümünde diğer eserlerde yaptığımız gibi detaylı bir anlatıma girmemiz ne yazık ki mümkün değil.Eser o kadar üst düzey bir psikoloji ve felsefe terminolojisi içeriyor ki içeriği direkt olarak yazmaktansa alıntılar yardımıyla kitabın içeriğine bayağı hakim olabileceğimizi düşünüyorum.Alıntılardan önce kitap hakkında kısa bir bilgi vereyim.Aslında kitabın ilk sayfalarında kitap hakkında kısa ve öz bir açıklama yapılmış.Bu açıklamanın bize çok faydalı olacağını düşünerek sizlerle de paylaşmak istiyorum:
"İnsan için insan daima büyücüdür.”
Sartre’ın felsefe alanındaki başyapıtı Varlık ve Hiçlik’e giden yolda peşi sıra yayımladığı üç kitaptan biri olan Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı, fenomenolojinin kurucusu sayılan Alman filozof Edmund Husserl’in etkisiyle geliştirdiği ruhbilim kuramının temel dayanaklarını saptıyor. Gerek roman gerekse tiyatroda insanın varoluşuna dair derinlikli anlatılarıyla tanıdığımız Sartre, bu kitapta heyecan kavramı üzerinden insanın olgulara indirgenemeyecek ruh dünyasının büyüsüne işaret ediyor.
Kitap size Freud okuyormuş hissi verebilir kesinlikle.Tam olarak öyle hissetmiştim ben de.Alıntıları gördükten sonra sizin de öyle düşüneceğinizden eminim.Haydi öyleyse biraz da alıntılara göz atalım.
* Kuşkusuz öfke ne bir içgüdü, ne bir alışkanlık, ne de akıl yürütülmüş bir hesaptır. Öfke bir çatışmanın ani bir çözümüdür...
* Çözümlememiz gereken varolan," diye yazar Heiddegger, "kendimizizdir. Bu varolanın varlığı bana aittir."
Oysa insan gerçekliğinin ben olması önemsiz değildir, zira tam da insan gerçekliği için var olmak daima kendi varlığını yüklenmektir. Yani, varlığını bir taş parçası gibi dışarıdan almak yerine ondan sorumlu olmaktır. Ve insan gerçekliği özünde kendi kendinin olanağı olduğu için, varolan, doğrudan kendi varlığından seçilebilir, kazanılabilir ve yitirilebilir.
*Şu anda, yazıyorum ama yazdığımın bilincinde değilim.
*"Kaçış, oynanmış bir baygınlıktır; öte yandan birdenbire potansiyel bir yön yaratarak, yaşadığımız mekânın vektörel yapısını ters çevirmek suretiyle tüm bedenimizle tehlikeli nesneyi yadsımaktan ibaret büyüleyici bir tutumdur bu. Bir çeşit unutmadır, yadsımadır. Gözlerini kapatarak rakibine saldıran acemi boksörler de aynı şekilde davranır: Rakiplerinin yumruklarının varoluşunu ortadan kaldırmak isterler, onları algılamayı reddeder ve böylelikle yumrukların etkilerini simgesel olarak yok
ederler. Böylece korkunun gerçek anlamı görünür bize: Bu, sihirli bir davranış sayesinde dış dünyadaki bir nesneyi yok saymayı amaçlayan ve kendisiyle birlikte nesneyi yok etmek için yok olmaya kadar gidecek olan bir bilinçtir."
*"Dünyanın bir dönüşümüdür. Çizilen yollar çok zorlaştığında ya da yolu görmediğimizde böyle zor ve ivedi bir dünyada artık tutunamayız. Bütün yollar kapanmıştır, yine de hareket etmek gerekir. O zaman dünyayı değiştirmeye, yani dünyayı, nesnelerin kendi potansiyelleriyle ilişkileri, belirleyici süreçlerle değil de büyüyle düzenlenmişler gibi yaşamaya çalışırız."
Alıntılara da göz attığımıza göre şimdi sırada genel görüşlerimi paylaşacağım kısma gelebiliriz.Kitap tıpkı diğer Sartre eserleri gibi kesinlikle okunmalı kanaatimce.Fenomenoloji ve egzistyantalist felsefeye ilgi duyanlar için başyapıt niteliğinde bir kitap olacağından eminim.Ancak başlangıç seviyesindeki okurlara önerebileceğim türden bir kitap değil kesinlikle.Önceden konuyla ilgili mutlaka bilgi edinmiş olmanız gerekiyor.Kitapta kullanılan üst düzey terminoloji başlangıç ve orta düzey felsefeseverlere zor anlar yaşatacak türden.Ancak anlayacak derecede bilgi dağarcığıyla okunduğunda kitabın kesinlikle muhteşem olduğunu Sartre'ın adeta harikalar yarattığını siz de göreceksiniz.Yeni yayınımı da Sartre'ı yad ederek sonlandırıyorum.Şimdiden iyi okumalarr.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:))))
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:))))
8 Aralık 2019 Pazar
Varoluşçuluk
Hepinize güzel bir günden kucak dolusu sevgiler ve selamlar:)) Yeni yayınıma hoş geldiniz arkadaşlar.Bugün çok da iyi bir gün geçirdiğim söylenemez, bundan dolayı modumu yükseltecek yegane yazar ve filozof olan Sartre ile karşılamak istiyorum sizleri.Bugünkü kitabımız Sartre felsefesi ile aynı adı taşıyan Varoluşçuluk isimli kitap.Direkt söyleyim olay örgüsü gibi bir durum söz konusu değil:)) Sartre meraklılarının ilk okuduğu kitaplardan biri kesinlikle.Çünkü kitap Sartre'ın varoluşçu felsefesinin bütün temellerini aktarıyor bizlere.İçeriğine göz atacak olursak defterimdeki notlardan şu kısımları aktarayım sizlere:)) kitabımız Jean-Paul Sartre'ın, Varoluşçuluk adıyla Asım Bezirci tarafindan dilimize kazandırılan kitabı, varoluşçuluk hakkında ön bilgi kazanmak isteyen okurlar için birebir. Kitabın girişine 21 sayfalık inceleme tadında bir önsöz kaleme alan Asım Bezirci, bu bölümde Varoluşçu felsefenin tanımından, kökenlerinden çeşitlerinden ve eleştirilerden bahsettikten sonra Sartre'ın elimizdeki kitabının ana metni olan "Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır" adlı metin hakkında da bilgi veriyor. Ardından da Türkiye'de Varoluşçuluğun etkilerinden bahsedip sözü Sartre'la bitiriyor. Kitabın 1. bölümünü Sartre'ın Varoluşçuluk'la ilgili eleştiriler üzerine kaleme aldığı "Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır" metni oluşturuyor. Bu metnin akabinde Sartre'ın Pierre Naville ile bir tartışmasına yer verilmiş. 3. Bölüm Gaéton Picon'un Sartre'a ilişkin bir incelemesine ayrılmış. 4. Bölüm ise Laffont Pompiani'nin incelemesi ile Sartre'ın yaşamı, kişiliği ve eserleri hakkında geniş bilgi içermekte.Kaynakça bölümünde ise çevirmen Asım Bezirci, bize Varoluşçuluk hakkında geniş bilgi edinebileceğimiz zengin bir kaynakça eklemiş. Varoluşçuluk kitabı, 128 sayfalık su gibi bir çeviriye sahip, oldukça zengin içerikli bir kitap. Varoluşçu felsefenin dünya edebiyatı ve bizim edebiyatımız üzerindeki derin etkileri düşünüldüğünde kitabın önemi de ortaya çıkıyor aslında. Bu anlamda bu alanda okuma yapan herkese kitabı mutlaka öneriyorum; ama şunu bilmenizde yarar var: "Varoluşçuluk" ucu bucağı olmayan bir felsefe, bu kitap ise bu felsefeye sadece ilk adım olabilir. Yüksek beklenti ile okunduğunda hayal kırıklığı yaratmaması için bu görüşümü ifade etmek istedim.
Alıntı kısmına göz atacak olursak favori filozofum Sartre'dan şunları iletebilirim sizlere.Bir bakalım neler varmış alıntılar kısmında:))
* Kişide, "insan doğası" diyeceğimiz bir evrensel öz yok, ama insancıl bir evrensellik hali var.
* Varoluş, özden önce gelir. İyi, ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır
* Gelgelelim, benim bağlandığım Tanrıtanımaz varoluşçuluk daha tutarlıdır. Ona göre, eğer Tanrı yoksa, hiç olmazsa "varoluşçu özden önce gelen" bir varlık vardır. Bu varlık, bir kavrama göre tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık insandır.
* Modern çağın insanı! Gerçi çok şey kazandın ama her şeyi yitirme tehlikesi içindesin. Bütün evreni ele geçirme sevinci içindesin ama kendi kendini yitirmek üzeresin…Modern çağın insanı! Senin çok şeyini aldılar ama bir tanesinin alınmasına izin verme: kendi gerçek varoluşun. Yaşamını yeniden kendi eline al, kolektif yaşamının yürüyen şeridi üzerine bir paket gibi bırakılmaya razı olma. Kendi yaşamına kendin biçim ver…
* Hiçbir şey - tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt (delil) dahi - kişiyi kendinden, benliğinden kurtaramaz.
Alıntı kısmını geride bıraktığımıza göre genel görüşlerimi paylaşacağım kısma gelebiliriz demektir:)
Kitap kesinlikle okunması gerekiyor kanımca.Egzistyantalizm felsefesinin tüm temellerini alabileceğimiz bir kaynak.Kitabı okurken adeta bir ansiklopedi bitirmiş gibi hissetmiştim.Tarihi anlamda da çok şey kattığını düşünüyorum.Çünkü 20.yy tarihinden bayağı bahsedilmiş.Ayrıca Sartre biyografisine de değinilmiş olması ayrıca hoşuma gitmişti.Kullanılan üst düzey felsefi terimlerin açıklamalarının da verilmiş oluşu okuyucuya zamandan da tasarruf ettiriyor kesinlikle.Kitap her yönüyle mükemmel hazırlanmış gerçekten.Sizlere de Sartre'ın bu eserini tavsiye ediyor şimdiden iyi okumalar diliyorumm.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın :))
Alıntı kısmına göz atacak olursak favori filozofum Sartre'dan şunları iletebilirim sizlere.Bir bakalım neler varmış alıntılar kısmında:))
* Kişide, "insan doğası" diyeceğimiz bir evrensel öz yok, ama insancıl bir evrensellik hali var.
* Varoluş, özden önce gelir. İyi, ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır
* Gelgelelim, benim bağlandığım Tanrıtanımaz varoluşçuluk daha tutarlıdır. Ona göre, eğer Tanrı yoksa, hiç olmazsa "varoluşçu özden önce gelen" bir varlık vardır. Bu varlık, bir kavrama göre tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık insandır.
* Modern çağın insanı! Gerçi çok şey kazandın ama her şeyi yitirme tehlikesi içindesin. Bütün evreni ele geçirme sevinci içindesin ama kendi kendini yitirmek üzeresin…Modern çağın insanı! Senin çok şeyini aldılar ama bir tanesinin alınmasına izin verme: kendi gerçek varoluşun. Yaşamını yeniden kendi eline al, kolektif yaşamının yürüyen şeridi üzerine bir paket gibi bırakılmaya razı olma. Kendi yaşamına kendin biçim ver…
* Hiçbir şey - tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt (delil) dahi - kişiyi kendinden, benliğinden kurtaramaz.
Alıntı kısmını geride bıraktığımıza göre genel görüşlerimi paylaşacağım kısma gelebiliriz demektir:)
Kitap kesinlikle okunması gerekiyor kanımca.Egzistyantalizm felsefesinin tüm temellerini alabileceğimiz bir kaynak.Kitabı okurken adeta bir ansiklopedi bitirmiş gibi hissetmiştim.Tarihi anlamda da çok şey kattığını düşünüyorum.Çünkü 20.yy tarihinden bayağı bahsedilmiş.Ayrıca Sartre biyografisine de değinilmiş olması ayrıca hoşuma gitmişti.Kullanılan üst düzey felsefi terimlerin açıklamalarının da verilmiş oluşu okuyucuya zamandan da tasarruf ettiriyor kesinlikle.Kitap her yönüyle mükemmel hazırlanmış gerçekten.Sizlere de Sartre'ın bu eserini tavsiye ediyor şimdiden iyi okumalar diliyorumm.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın :))
7 Aralık 2019 Cumartesi
ERMİŞ
Merhaba arkadaşlar.Tekrardan sizlerle olduğum için çok mutluyum.Yeni yayınıma hoş geldiniz.Bugün sizleri Halil Cibran'ın Ermiş adlı eseriyle karşılıyorum.Beğeneceğinizi düşündüğüm yeni yayınımın konusu olan bu kitabın içeriğine göz atmaya dilerseniz başlayalım.Kitabın ana karakteri El Mustafa adındaki bir bilgindir. El Mustafa seneler önce Orphalese kentine gelmiş ve kendisine inanıp düşüncelerine saygı gösteren insanlara bildiklerini öğretmiştir. Kendisine ilk inanan ve en çok sevdiği talebesi ise El Mitra adındaki genç bir kadındır. Kente gelişinin ardından El Mustafa'nın peşine ilk o düşmüş, düşüncelerine en fazla o değer vermiştir. Fakat şimdi ayrılma zamanı gelip çatmıştır ve diğer Orphaleselilerin yanında en çok üzülen de El Mitra olacaktır.
El Mustafa Orphalese'de geçirdiği uzun zamanın ardından tüm bildiklerini aktardığını fark ettiğinde gitme zamanının geldiğini anlamıştır. El Mustafa'nın şehirden ayrılacağı haberi tüm kente hızla yayılmış ve El Mustafa, kentten ayrılacağı vakit geldiğinde gemiye binmeden önce tüm Orphalese halkını toplanmış ve hüzünle dolu olarak bulmuştur.
El Mustafa bu manzara karşısında hüzünlenmeden edemez fakat bu kentte görevinin sona erdiğinin de farkındadır. Fakat El Mustafa ayrılmadan önce herkesin ona soracağı bir sorusu vardır. Böylece El Mustafa gemiye binmeden önce hayat ve insanlık hakkında birçok önemli konuda insanların sorularını cevaplar. Bu yanıtların içinde hayatın en önemli noktaları, hatta mutluluğun sırrı gizlidir. Tek tek aşk, evlilik, çocuklar, vermek, yemek ve içmek, sevinç ve üzüntü, ev ve evin önemi, giyecekler, alım ve satım, suç ve ceza, yasalar, özgürlük, sebepler ve arzular, acı, bilgelik, öğretme, arkadaşlık, konuşma, zaman, iyi ve kötü, dua, zevk, güzellik, din ve son olarak da ölüm konularında sorulan sorulara bilgece yanıtlar verir. Ve böylece Orphalese kentindeki son görevini de yerine getirmiş olur. Kısa ama hüzünlü bir vedanın ardından gemiye binip bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkar.
İçerik olarak bahsedebileceklerim bu kadardı.Zaten kitap 54 sayfadan oluşuyor ve roman anlatımı kadar geniş bir olay örgüsü yok. Ama kitabın anlatımı o kadar sürükleyici ki bitirdiğinizde asla bir kitap okumuş gibi değil o soruları soran yerli halktan biriymişsiniz gibi hissediyorsunuz.Kitap çok ince olunca alıntıların az olacağını düşünmeyin kesinlikle.Elimde olsa tüm kitabın altını çizerdim emin olun:)) Ama yine de yüreğime dokunan bariz yerler olmadı da değil hani.Onları da paylaşmayı çok isterim tabii ki:
*''Bugün çıkarıp attığım sırtımdan, bir giysi değil, kendi ellerimle parçaladığım ten. Ardımda bıraktığım, bir düşünce de değil, açlık ve susuzluğun tatlandırdığı bir yürek.'
*''Zira aşk, nasıl sizi taçlandırırsa öyle de sizi çarmıha gerecektir. Nasıl serpilmeniz içinse öyle de budanmanız içindir.'
*''Ve alıkoyabileceğiniz herhangi bir şey var mı? Sahip olduğunuz her şey günün birinde verilmiş olacak. Öyleyse şimdi verin, verme mevsimi sizin olabilsin diye ve varislerinizin değil. Çoğu kez 'Vereceğim, fakat yalnızca layık olana.' dersiniz. Bağınızdaki ağaçlar böyle demez, ne de meranızdaki sürüler. Yaşayabilmek için verir onlar, zira esirgemek helak olmaktır.'
Kuşkusuz bunlar defterime not aldığım en can alıcı alıntılardı benim için. Favorilerimdi kesinlikle.Ama altını çizdiğim daha başka bir sürü yer var.Dilerseniz bir de onlara göz atalım:
1.)''Kederlenmeden ve huzur içinde nasıl giderim? Yo, hayır, ruhum sızısız ayrılmayacak bu kentten.''
2.)''İşte o zaman ardına kadar açıldı yüreğinin kapıları ve kanat çırptı sevinci denizin enginlerine.''
3.)''Ve sen, ey engin deniz, uyku bilmez ana, ırmaklar ve akarsular için sensin yegane huzur ve özgürlük.''
4.)''Ayrılık günü toplanma günü mü olacak? Akşamımın aslında şafağım olduğu mu söylenecek?''
Yukarıdaki alıntılara baktığımızda pek de felsefi bir içeriğe sahip olmadıklarını görüyor gibiyiz.Ama aslına bakarsanız kesinlikle felsefi yönü olduğunu düşündüğüm bir kitap.Sürekli vurgulanan özgürlük kavramı aklımıza Sartre felsefesini bile getirebilir.Kesinlikle okunması gereken ve insan yaşamı üzerine dersler alabileceğimiz bir kitap.Zaten içerik kısmında değindiğim konuları göz önünde bulundurunca hayatla nasıl da iç içe olduğunu net bir şekilde görebileceksiniz.Eğer siz de henüz Halil Cibran'ın Ermiş'i ile tanışmadıysanız bu yayın iyi bir başlangıç olacaktır diye düşünüyor ve sizlere kucak dolusu sevgilerimi yolluyorum.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:)) Bir sonraki yayınımda tekrardan görüşmek dileğiyle:))))
El Mustafa Orphalese'de geçirdiği uzun zamanın ardından tüm bildiklerini aktardığını fark ettiğinde gitme zamanının geldiğini anlamıştır. El Mustafa'nın şehirden ayrılacağı haberi tüm kente hızla yayılmış ve El Mustafa, kentten ayrılacağı vakit geldiğinde gemiye binmeden önce tüm Orphalese halkını toplanmış ve hüzünle dolu olarak bulmuştur.
El Mustafa bu manzara karşısında hüzünlenmeden edemez fakat bu kentte görevinin sona erdiğinin de farkındadır. Fakat El Mustafa ayrılmadan önce herkesin ona soracağı bir sorusu vardır. Böylece El Mustafa gemiye binmeden önce hayat ve insanlık hakkında birçok önemli konuda insanların sorularını cevaplar. Bu yanıtların içinde hayatın en önemli noktaları, hatta mutluluğun sırrı gizlidir. Tek tek aşk, evlilik, çocuklar, vermek, yemek ve içmek, sevinç ve üzüntü, ev ve evin önemi, giyecekler, alım ve satım, suç ve ceza, yasalar, özgürlük, sebepler ve arzular, acı, bilgelik, öğretme, arkadaşlık, konuşma, zaman, iyi ve kötü, dua, zevk, güzellik, din ve son olarak da ölüm konularında sorulan sorulara bilgece yanıtlar verir. Ve böylece Orphalese kentindeki son görevini de yerine getirmiş olur. Kısa ama hüzünlü bir vedanın ardından gemiye binip bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkar.
İçerik olarak bahsedebileceklerim bu kadardı.Zaten kitap 54 sayfadan oluşuyor ve roman anlatımı kadar geniş bir olay örgüsü yok. Ama kitabın anlatımı o kadar sürükleyici ki bitirdiğinizde asla bir kitap okumuş gibi değil o soruları soran yerli halktan biriymişsiniz gibi hissediyorsunuz.Kitap çok ince olunca alıntıların az olacağını düşünmeyin kesinlikle.Elimde olsa tüm kitabın altını çizerdim emin olun:)) Ama yine de yüreğime dokunan bariz yerler olmadı da değil hani.Onları da paylaşmayı çok isterim tabii ki:
*''Bugün çıkarıp attığım sırtımdan, bir giysi değil, kendi ellerimle parçaladığım ten. Ardımda bıraktığım, bir düşünce de değil, açlık ve susuzluğun tatlandırdığı bir yürek.'
*''Zira aşk, nasıl sizi taçlandırırsa öyle de sizi çarmıha gerecektir. Nasıl serpilmeniz içinse öyle de budanmanız içindir.'
*''Ve alıkoyabileceğiniz herhangi bir şey var mı? Sahip olduğunuz her şey günün birinde verilmiş olacak. Öyleyse şimdi verin, verme mevsimi sizin olabilsin diye ve varislerinizin değil. Çoğu kez 'Vereceğim, fakat yalnızca layık olana.' dersiniz. Bağınızdaki ağaçlar böyle demez, ne de meranızdaki sürüler. Yaşayabilmek için verir onlar, zira esirgemek helak olmaktır.'
Kuşkusuz bunlar defterime not aldığım en can alıcı alıntılardı benim için. Favorilerimdi kesinlikle.Ama altını çizdiğim daha başka bir sürü yer var.Dilerseniz bir de onlara göz atalım:
1.)''Kederlenmeden ve huzur içinde nasıl giderim? Yo, hayır, ruhum sızısız ayrılmayacak bu kentten.''
2.)''İşte o zaman ardına kadar açıldı yüreğinin kapıları ve kanat çırptı sevinci denizin enginlerine.''
3.)''Ve sen, ey engin deniz, uyku bilmez ana, ırmaklar ve akarsular için sensin yegane huzur ve özgürlük.''
4.)''Ayrılık günü toplanma günü mü olacak? Akşamımın aslında şafağım olduğu mu söylenecek?''
Yukarıdaki alıntılara baktığımızda pek de felsefi bir içeriğe sahip olmadıklarını görüyor gibiyiz.Ama aslına bakarsanız kesinlikle felsefi yönü olduğunu düşündüğüm bir kitap.Sürekli vurgulanan özgürlük kavramı aklımıza Sartre felsefesini bile getirebilir.Kesinlikle okunması gereken ve insan yaşamı üzerine dersler alabileceğimiz bir kitap.Zaten içerik kısmında değindiğim konuları göz önünde bulundurunca hayatla nasıl da iç içe olduğunu net bir şekilde görebileceksiniz.Eğer siz de henüz Halil Cibran'ın Ermiş'i ile tanışmadıysanız bu yayın iyi bir başlangıç olacaktır diye düşünüyor ve sizlere kucak dolusu sevgilerimi yolluyorum.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:)) Bir sonraki yayınımda tekrardan görüşmek dileğiyle:))))
1 Aralık 2019 Pazar
Komünist Manifesto

Aralık ayının ilk gününden hepinize kucak dolusu sevgiler ve selamlar arkadaşlar. Bloğumun yeni yayınına hoşgeldinizzzz. Bugün sizleri tam olarak beklediğiniz türden bir kitapla karşılamak yerine ufak bir sürpriz yapmaya karar verdim.Aslına bakarsanız bunu yapmamın amacın da Marx Felsefesini daha da yakından tanımak.Direkt olarak Marx felsefesini anlatan romanlar ve kitaplar yerine öncelikle Marx'ın kaleminden çıkan ve felsefesinin bir nevi tanıtımı olarak görülen bir kitabı''Komünist Manifesto''yu inceliyor olacağız.Aslında sadece Marx değil kadim dostu ve en büyük yoodaşı olan Engel hakkında da çok şey öğrenmiş olacağız birlikte.Dilerseniz başlayalım mı? Ben sabırsızlanıyorum bile:)
Öncelikle söylemeliyim ki öyle içerik bölümümüz çok saran bir kısım olmayacak çünkü bir olay örgüsü yok.Adından da anlaşılacağı üzere bir manifesto ürünü yani bildiri niteliğinde provoke edici bir kitap. Marx'ın düşüncesinin en temel ve yalın,sade ve öz anlatıldığı tek kitap diyebilirim.Ben Das Kapital eserini (ki eser 3 cilt ve 1200 sayfalık kitaplardan oluşuyor)okumakta olan biri olarak bun kadar sade ve kısa ele alınan manifestoyu görünce çok şaşırmıştım.Düşüncelerimi daha sonra tekrar belirteceğim şimdi içeriğine bir göz atalım...
Kitaptaki ana fikri vereceğini düşündüğüm kısım muhakkak ki giriş kısmı.Marx ve Engel şöyle başlamış sözlerine:
Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - Komünizm hayaleti. Avrupa'nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halindeler, Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polisleri. İktidardaki rakiplerince çığlık çığlığa komünist diye saldırılmayan hiçbir muhalefet partisi var mı? Daha ilerici muhaliflere olduğu gibi, gerici rakiplerine de damgalayıcı bir komünizm suçlamasıyla karşılık vermeyen hiçbir muhalefet partisi var mı?Bu gerçeklikten iki şey çıkıyor.Komünizm, artık tüm Avrupa güçlerince bir güç olarak kabul edilmiştir.Komünistlerin, bakış tarzlarını, amaçlarını ve eğilimlerini tüm dünya önünde açıkça ortaya koymaları ve Komünizm hayaleti masalının karşısına bir parti manifestosuyla bizzat çıkmalarının tam zamanıdır.Bu amaçla en değişik milliyetlerden Komünistler Londra'da toplandılar ve İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Flamanca ve Danimarka dilinde yayınlanmak üzere aşağıdaki manifestoyu oluşturdular.
Kitaba öyle bir giriş yapılmış ki ana fikre ulaşmak için bu kısım yeterli gibi görünüyor ama Marx'ın ileteceği şeyler bu kadarla sınırlı kalmamış tabii ki.Kitapta değinilen ana hatlardan şu kısım özet niteliğinde olabilir diye düşünüyorum.Özetlerin bir kısmını yazdığım defterimden sizler için bu şekilde derledim.Hadi bakalım:)
Modern kapitalist sınıf olan burjuvazi; toplumsal üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emekçi çalıştıran sınıftır. Bu çalışan, bilhassa sömürülen sınıf ise proleterlerdir. Toplumların tarihini sınıf savaşımları olarak açıklayan Marks modern toplumdaki savaşımın önceki çağlarda olduğundan farklı olarak sadece bu iki sınıf arasında gerçekleştiğini iddia eder. Çünkü burjuva toplumsal kesimleri eritiyor. Sadece ve sadece iki sınıf bırakıyordu. Zaten işçi sınıfına kendi varlığını borçlu olduğu için onu silmek, yok etmek aklından bile geçmiyordu. Aslına bakılırsa işçiler de işçi olarak varlığını modern toplumun burjuvazisine borçludur. O yüzden bu iki grup sınıfsal varoluşları bakımından birbirine muhtaçtır.
Dünyada burjuva kesiminin yükselişinde önem arz eden bazı parametreler vardır. Marks bunlara değiniyor ve modern toplumun temelini anlamada yardımcı olacak bilgiler sunuyor. İlk olarak feodal toplumun mülkiyet anlayışından, düşünsel faaliyetine kadar burjuva için sağlıklı bir ortam olmadığı anlaşılmıştır. Keşifler yoluyla yeni pazarlar ve hammadde bölgeleri bulunmuş. Amerika’nın keşfi, Ümit Burnu’nun dolaşılması burjuvaziye yepyeni imkanlar sağlamıştır. Son olarak sayabileceğimiz buhar makinesinin icadı ise tüm her şeyi alt üst ederek imkanları ve alanları yüksek derecede arttırmıştır. Tabi bu kadar güce, yüksek bir hızda ulaşmış burjuva birilerini yiyecek birilerini köleleştirecektir. Ve öyle de oldu. Gerçekleşen yeni toplumsal sistem iki sınıftan ibaret ve bir efendi, bir köle sınıfından oluşmaktaydı.
Manifestonun ikinci kısım ise bir komünist tanımı yapar, komünistin görevlerinden, nasıl özellikler taşıdığına ve komünizme karşı yapılan eleştirilere verilen cevaplar vardır. Marks komünist ve işçiyi bir tutar çıkar açısından, aynı çıkar ve menfaatleri olduğunu belirtir. Yani komünistin bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı hiçbir çıkarının olmadığını belirtir. Komünistin görevi siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesidir. Bundan önce tabi bir sınıf olarak var olmaları, burjuvazinin egemenliğinin sona erdirilmesi sayılabilir. Ancak bunlardan sonra siyasal iktidarın işçiler tarafından ele geçirilmesi söz konusudur.
Şimdi dilerseniz benim not aldığım ve altını çizdiğim önemli alıntılara bakalım beğeneceğinizden eminim:))
1.) İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesidir.
2.)Hepiniz farkındasınız; Para da toprak da kanun da fikir de din de bu ülkede her şey sermayedarlara hizmet ediyor.
3.)İnsanın insan tarafından sömürülmesi ortadan kaldırıldığı ölçüde, bir ulusun başka bir ulus tarafından sömürülmesi de ortadan kaldırılmış olacaktır.
4.)Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yoktur. Oysa kazanacakları koskoca bir dünya vardır
5.)Londra'daki mezarında, taşa kazınmış iki alıntı, Marx'ın en temel düşüncelerini ve yaşamın anlamını özetliyordu. "Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!" ve "Şimdiye kadar filozoflar yalnızca dünyayı çeşitli biçimlerde açıklamayla yetinmişlerdir;oysa asıl sorun, dünyayı değiştirmektir."
6.)Koşullar son yirmi beş yılda ne kadar değişmiş olursa olsun, bu manifesto'da ortaya konan ilkeler bugün de o günkü kadar doğrudur.
7.)Düşmanı tanıyıp kendini tanırsın yol kendiliğinden açılır
8.)Komünizm, toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun kılmaz; böylesi bir mülk edinme yoluyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun kılar, o kadar...
Alıntı bölümünü geride bıraktığımıza göre şimdi sırada genel yorumlama var.Aslına bakarsanız öyle kişisel fikirlerin sunulabileceği türden bir kitap değil.Zaten Marx felsefesinin genel hatlarını genel geçer düşüncelerle sunmuş bizlere.Roman olsa daha çok eleştiri yapardım diye düşünüyorum ama böyle bir kitaba da söyleyecek bir şeylerim yok değil:))Öncelikle kitabın dili anlaşılır ve akıcı,tıpkı bildirilerde olması gerektiği gibi.Bilinmeye kelimelerin açıklamasının verilmesi okuyucuya aşırı kolaylık sağlıyor.Okuduğum yayından bu yönüyle memnun kalmıştım.Alter yayıncılıktan okumuştum bun arada belki işinize yarar.Aşırı bir genel kültür yüklemesi yaşadım bu kitapla.Tarih olsun dönemin siyasi tavrı politika alanı ve tabii k,i Marx ve Engel felsefesinin genel hatları...
Eğer siz dev benim gibi yeni akımları ve düşünceleri öğrenmeye meraklıysanız repertuarunuzda mutlaka olması gereken bir kitap.Fikirleri desteklemekten ziyade okumak gerektiğine inanan tüm felsefeseverlere tavsiye ediyorum.Bayağı hızlı da bitmişti bun arad bunu da ekliyim.Kitabın ilk sayfalarını karıştırıp fotoğrafını çekerek gizemli bir hava verdim zannediyorum ki:)) Siz de bu gizemle havaya kapılıp Marx felsefesine adım atabilirsiniz.Şimdiden keyifli okumalar.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:)))) Görüşmek üzere, kucak dolusu sevgiler...
30 Kasım 2019 Cumartesi
BULANTI
Hepinize güzel bir günden tekrardan merhabalar arkadaşlar.Gününüz güzel geçiyordur umarım.Gününüzü daha da güzelleştireceğini tahmin ettiğim büyük bir başyapıt ile karşınızdayım.Güzelleştirmek derken kitabın içeriğini kastetmediğimi de söylemeliyim.İlerleyen satırlarda ne demek istediğimi daha da iyi anlayacaksınız:) Öyleyse kitabın içeriğinden biraz bahsedip alıntılara ve sonrasında genel görüşlerimi belirteceğim kısımlara geçelim. Öyleyse başlayalım.
Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre'ın ilk romanıdır. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938'de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştur.Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin'in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatır. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin'in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre'ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttır benim fikrimce.
Yazarın ruhaniyetini ve fikirlerini daha iyi kavrayabilmek adına varoluşçu felsefeden de bir iki kelam yazmak gerektiğini düşünüyorum arkadaşlar.Sizin de evet çok iyi olur dediğinizi duyar gibiyim. Açıklaması ve tek bir cümleye indirgenmesi zor olsa da kısa şekilde bahsetmeye çalışacağım.Filozoflarca umutsuzluk (Mounier), başkaldırı (Wahl), özgürlük (Marcel) ve hatta saçmalıklar felsefesi (Foulquie) gibi kelimelerle tanımlanmış; canlı ile cansız arasındaki ilişkiyi sorgulayan, bir nevi hür insanların hür olmayan varlıkların dünyasına atıldığını söyleyen düşünce akımıdır Varoluşçuluk. Diğer adıyla egzistansiyalizm olarak da bilinir.
Daha yalın bir şekilde ifade edilirse varoluşçuluk: bireyin özgür olduğunu ve hatta özgür olmaya mecbur olduğunu, geleceğini kendisinin belirlediğini –burada bir nevi kaderi inkâr ediyor- benliğin esas olduğunu savunur.
Kitap genel olarak bu hatlar etrafında şekillenmiştir.İçerik olarak pek de mutlu etmeyeceğini söylemiştim.Böyle düşünüyor olmamın sebebi aslında başkahramanın kendine ve dış dünyaya duyduğu tiksintiyi bize de iliklerimize kadar hissettiriyor olmasından kaynaklı.En etkililerinden olduğunu düşündüğüm bir alıntıyı sizlerle de paylaşayım hemen.Açıkçası beni aşırı düşündürmüştü:
''Otelden çıkarken yerde sürüklenen bir kağıdı almak istedim, ama beceremedim.Hepsi bu kadar, bir olay bile sayılmaz.Ama doğrusunu söylemek gerekirse bu olay ta içime işledi.Artık özgür olmadığımı düşündüm.''(Bulantı syf26)
Görüldüğü üzere Sartre her ne kadar üstü örtülü olsa da burada bile kaderi inkar yoluna giderek tamamen özgürleşen insan profiline duyduğu özlemi anlatıyor.En beğendiğim alıntılardan biri olduğunu söylemeliyim. Ama böyle bir başyapıtın daha nice alıntıları var beğeneceğimiz bir bilseniz.Hadi bir de onlara göz atalım:
1.)''Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. Öğleden sonra acayip bir an.''
2.)''Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapmayacağımı biliyorum.''
3.)''Issız bir adada olsaydınız yazar mıydınız? İnsan hep başkaları okusun diye yazmaz mı?''
4.)''İki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor” diyordu. Ait olamamak da tam olarak burada başlıyor.''
5.)''Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş bir şeyler akıyor içimde; dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin. Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık. Belirsiz ve hoş şekiller halinde ortaya çıkıyor, sonra kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.''
6.)''Hayatımla ilgili olarak bildiğim her şeyi, kitaplardan öğrendim gibime geliyor.''
7.)''Senin gibi değilim ben. Bir başkasının benimle aynı şeyleri düşündüğünü görmek hoşuma gitmez.''
8.)''Anlamıyorum Tanrım, hepsi birden aynı şeyi düşünmeye neden bu kadar önem veriyorlar. Balık gözlü, içedönük görünen, uzlaşamayacakları bir insan geçmeyegörsün aralarından, başları çevriliyor hemen.''
Kitapta altını çizdiğim çoğu yeri sizlerle de paylaştım arkadaşlar.Cümlelerin hissettirdikleri altını çizmekten çok daha fazla his uyandırdı ben de.Böylesine özgün ve içerli yazılan sözlere de bir şeyler hissetmemek pek de mümkün değilmiş gibime geliyor. Sartre ki benim en sevdiğim filozof olur kendisi öylesine adamış ki kendini düşüncelerine sırf onlara zarar gelmesinden çekindiği için, başkalarının düşünceleri değil sırf kendi sanatı ve düşünceleri uğruna yazabilmek adına ona verilmek istenen Nobel Ödülünü bile reddetmiştir.Durum böyle olunca bize düşen tek şeyin düşüncelerini anlamaya çalışmak ve ilk romanı olan Bulantı ile bu işe başlamak olduğunu düşünüyorum. Sartre hakkında yeni şeyler öğrendiğinizi duyar gibiyim.Umarım ilginizi çekmiştir,böylesine bir felsefi ve edebi dehadan mahrum kalın istemem:)
Genel görüşlerime değinecek olursam çoğunu alıntı sonrası kısımda paylaştım aslında.Ama kısa bir yorum geçelim.Kitabı Sartre'a olan hayranlığım sayesinde okumaya başladım.Elime aldığımda roman yazısını görünce daha farklı bir şey bekledim açıkçası bir günceden ziyade.Ama kitap bana beklediğimden daha fazlasını verdi.Varoluşçuluk terimleri ve temalarına o kadar muazzam değinilmişti ki felsefe ansiklopedisi bile okumuş gibi hissettim kendimi.Seviye olarak biraz önbilgi istiyor diye düşünüyorum.En azından egzistyantalist felsefenin temelleri gibi.Romanın hissettirdiklerinin biraz karamsar olduğunu söylemeliyim sizlere.Bunun da Sartre'ın güçlü edebi yönünden kaynaklı olduğunu düşünüyorum.Kendinizi karakterle özdeşleştirip hayata bir tiksintiyle bakıyorsunuz ama bunun sonunda tam anlamıyla bir varoluşçuluk düşüncesi işleniyor iliklerinize.Kesinlikle tavsiye edeceğim bir kitap tıpkı Sartre'ın muhteşem diğer eserleri gibi...
Kitabın kapağını sizler için ben araladım.Devamını getireceğinizden eminim.Sizleri Sarte'ın efsanevi romanıyla başbaşa bırakayım öyleyse.Keyifli okumalar şimdiden.
Hoşçakalın, felsefeyle kalın:)
24 Kasım 2019 Pazar
Sofi'nin Dünyası
Merhabalar arkadaşlar.Bugün sizleri farklı bir serüven niteliğinde bir felsefe romanı ile karşılamak istiyorum.Kitap Felsefe'ye giriş niteliğinde değerlendiriliyor.Bu nitelendirmenin Felsefe terimlerinin çoğunu barındıran bir kitap oluşundan mütevellit olduğunu düşünüyorum.Ben Felsefe okumaya başlamak istiyorum diyenlere önerilecek çok iyi bir kitap olabilir.Hatırlarsanız 2.yayınımı da bir giriş kitabı olan Kızıma Felsefe Öğretiyorum isimli kitapla ilgili yapmıştım.Açıkça söylemek gerekirse bu diğer kitaba oranla daha ağır bir kitap ama telaşlanmayın neticesinde bir Nietzsche de değil yani.Öyleyse artık kitabın içeriğine göz atmanın zamanı geldi diye düşünüyorum.Başlayalım:)
Sofie Amundersen okuldan eve dönerken bahçe kapısını açmadan önce posta kutusuna bakar. Posta kutusunda birçok zarfla birlikte kendisine bir zarf olduğunu görür. Üstünde kendi adını görür. Üstünde pul bile yapıstırılı değildir. İçinde küçük bir kâğıt çıkar. Tek bir soru vardır. Kimsin sen?
Bir bilse! Sofie Amundersen. Peki ama kimdi bu Sofie Amundersen iste bunu doğru anlamış değildi.
Kim olduğunu bilmemesi komik değil miydi? Kendi görünüşünü bilmemek biraz fazla kaçmıyor muydu? Arkadaşlarını seçebilirdi ama kendisini seçmemişti. Hatta insan olmaya bile karar verememişti.
İnsan neydi peki? Şimdi dünyadayım dedi kendi kendine. Ölümden sonra bir hayat var mıydı? Var oluşunu ne kadar düşünürse düşünsün hemen yaşamın sonu olduğu geliveriyordu aklına. Bunun tam terside geçerliydi. Bir gün yok olacağını kuvvetle hissederse yaşamın nasıl sonsuz bir değere sahip olduğunu da asıl o zaman anlıyordu. Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü.
İnsan öleceğini fark etmiyorsa var oluşunu da yaşayamaz. Bir yandan yaşamın ne kadar harika olduğunu düşünmeden de, ölmek zorunda olduğumuzu düşünmek imkansız.
Sofie’nin ismine yazılı zarflar gelmeye devam ediyordu. Bunların kimden geldiği belli değildi. Başka bir zarftan bir soru daha çıkmıştı. Dünya nerden çıkmıştı? Bunu hiç kimse bilemez ki! Esrarengiz mektuplar Sofie’nin başını döndürmüştü. Canı sıkıldığında gittiği mağarasına gitti. Saklanmak istediğinde hep böyle yapardı. Dünyanın o muazzam uzaydaki küçük bir gezegen olduğunu Sofie’de biliyordu. Uzayda nereden çıkmıştı ki?
Tabi uzayın hep var olduğunu da düşünebilirdi. Nereden geldiği sorusuna cevap bulmakta gerekmezdi o zaman. Ama herhangi bir şeyin var olması mümkün müydü? Var olan her şeyin bir başlangıcı olmalıydı. Demek ki uzayda herhangi bir zamanda bir yerden çıkmıştı.
Okulda dünyayı tanrının yarattığını öğrenmişlerdi. Tanrı her şeyi yaratabilirdi, ama yaratıcı bir “Kendi “ olmadan önce kendini yaratamazdı! Öyle ise tek bir ihtimal vardı: Tanrı vardı.
Bundan sonra Sofie’ye kartpostallar gelmeye başlar. Damga da BM Taburu yazılıdır. Adresi okuyunca daha da çok şaşırır. “Hilde Moller Knag, Sofie Amundsen eliyle Kloverveien 3” adres doğruydu. Kart Hilde’ye yazılmıştı. 15’inci doğum gününü kutlamak için yazılmıştı, Ama Sofie bunun kendisi ile ilgisini anlayamamıştı.
Başka bir gün büyük bir zarf bulur. Zarfta kendi ismi yazılıdır. Zarfın öbür yüzünde şöyle yazılıdır. “Felsefe Kursu” büyük bir özen göstermek gerek. Sofie hemen mağarasına girer zarfı açar hemen okumaya başlar. Felsefe nedir, felseyeye yaklaşmanın en iyi yolu felsefi sorular sormaktır. “Dünya nasıl yaratıldı, olup bitenin arkasında bir irade var mı? Ölümden sonra bir hayat var mıdır?’’ Felsefede sorular sormak onlara cevap bulmak daha kolaydır. Buna rağmen her sorunun bir cevabı vardır.
Sofie bu şekilde bir felsefe kursuna başlar. Mektupla Alberto Knox tarafından gelmektedir. İyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir. Filozoflar için dünya kavranamaz bir şey, sırlarla dolu bir bulmacadır.
Sofie aldığı mektuplarla allak bullak olmuştur. Annesi de bunu fark etmiştir. Mektupların aşk mektubu olduğunu sanmıştır.
İlk olarak Doğa Filozoflarına değinmişti. İlk Yunan Filozlarının çalışmaları doğadaki değişikliklerin ardında yatan ilk maddeye dayanan sorularla ilgiliydi.
“Her şey akar” demişti Herakleitos. Buna karşılık Parmenides hiçbir şey değişmez demişti. Empedokles’e göre doğada dört ilk madde vardı; Toprak, hava, ateş ve su. Thales’e göre her şeyin kökeni sudur. Anaksagoras’a göre doğa gözle görülemeyen çok küçük parçalardan oluşmuştur.
Sofie tanımadığı felsefe öğretmeninden gelen mektupları saklıyordu. Atom kuramını ortaya atanda Demokritos’tu.
Sofie felsefe öğretmenini çok merak ediyordu. Mektupları Hermes adlı bir köpek getiriyordu. Öğretmeni çok yakında tanışacaklarını yazıyordu.
Sokrates insanların doğru kavrayışı “Doğurmasına “ yardımcı olmayı görev bilmiştir. Gerçek bilgi kişinin kendi içinden gelmek zorundadır. Gerçek kavrayış budur. Sokrat rasyonalistti. İnsanın içindeki vicdanın tanrısal bir ses olduğunu ve neyin doğru olduğunu bildirdiğini söylemişti. Doğru bilginin doğru davranışa yol açacağını söylemişti.
Platon’u ilgilendiren bir yandan hiç değişmeyen kalıcı şeylerle, diğer yandan sürekli akan şeyler arasında ilişkiydi. Platon hem dünyada hem doğada hem de ahlak ve toplumda değişmez olanla ilgileniyordu. Platon doğadaki tüm görüntüleri ebedi biçimlerin ya da fikirlerin gölgelerinden ibaret sayıyordu.
Sofie’nin felsefe öğretmeni ormanda gölün kıyısında bir kulübede kalmaktadır. Burası binbaşının kulübesidir. Sofie bu kulübeyi kimse yokken ziyaret eder. Kulübede Hilde’ye yazılmış birçok kartpostal vardır. Bunların aynısından kendisine de gelmiştir. Sihirli bir ayna görür kulübede. Aynada gördüğü Sofie kendisine göz kırpmaktadır. Sofie oldukça korkmuştur. Kulübeden çıkmak üzere iken kendi adına bir zarf görür. Zarfı alarak kulübeden çıkar. Hem çok şaşırmış hem de korkmuştur.
Sofie felsefe kursuna devam ediyordu. Sıra Aristoteles’e gelmişti. Aristoteles en yüksek derecedeki gerçeğin duyularla algılanan ya da duyumsanan şeyler olduğundan emindi. Önce duyulardan var olmayan hiçbir şeyin bilinçte de var olamayacağını vurgulamıştır.
Helenizmin en belirgin özelliği çeşitli kültürler arasındaki sınırların ortadan kalkmasıydı. Kinikler’e göre ‘’gerçek mutluluğun maddi lüks, politik, iktidar ve sağlık gibi dış şeylere bağlı değildir ve gerçek mutluluğa herkes ulaşabilir.’’ Epikuros ta ‘’ölüm bizi ilgilendirmez, var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur ölüm geldiği anda biz yokuz.’’ demiştir.
Sofie esrarengiz bir şekilde kartpostal almaya devam ediyordu. Kartpostallar hep 15 Haziran tarihliydi ve Hilde’nin doğum gününü kutluyordu. Bu notlar bazen açılmamış bir muzun kabuğunun içinde bazen bir uçağın arkasına açılmış pankartta bazen de mutfak camına yapıştırılmış kartpostallarla geliyordu. Sofie her şeyin nasıl bir bağlantı içinde olduğunu anlayamıyordu. Acaba Hilde Sofie’yi tanıyor muydu?
Sofie öğretmeniyle ilk kez Meryem Ana Kilisesinde buluşur. Öğretmeni Alberto, burada Ortaçağdan bahseder. Ortaçağda ilk üniversiteler kurulmuştur. Çeşitli uluslar çıkmıştır. Bizans ortaçağı ve Roma ortaçağ Katolik şeklinde ayrıydı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu da eskiden Roma İmparatorluğuna dâhildi. Ama ortaçağda yeni bir kültür gelişti. Bu bölgede Arapça konuşulan İslam kültürü tüm ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi, tıp gibi bilim dallarında öncü rolü oynadılar. Bugünkü Arap sayılarını kullandılar. İspanya’daki Müslümanlar Arap etkisini, Yunan ve Bizans da Yunan etkisini taşıdı ve sonra Rönesans başladı. Antik kültür yeniden doğdu. Yunan filozları ile kutsal kitaplar arasında nasıl bir ilişki vardı. Kutsal kitap ile akıl arasında çelişki söz konusu muydu, yoksa inanç ve bilgi uzlaşabilir miydi? Ortaçağ felsefesi bu sorular etrafında dönüyordu.
Rönesans’ta çok önemli üç buluş oldu: pusula, barut ve matbaa. Yeni silahlar Avrupayı Amerika ve Asya karşısında üstün kılmıştı. Kitap basımı da Rönesans hümanizmine özgü fikirlerin yayılabilmesi için gerekliydi. Pusula, deniz yolculuğunu kolaylaştırdı. Büyük keşif gezilerinde önemli rol oynadı.
Astronomide de, teleskop yepyeni olanaklar doğurmuştur. Barok döneminde birçok bakımdan gösteriş ve budalalık hâkimdi. Barok dönemi binaları bol kıvrık süslemelerle doluydu. Politika ise sinsice cinayetler düzenler ve entrikalarla yürütülürdü. Seakespare bir ayağı Rönesans ta bir ayağı barokta eser vermiştir.
Descartes, yeniçağ felsefesini kurmuştur. Öncelikle ilgilendiği konu, bilgimizin kesinliğiydi. İkinci konu ise bedenle ruh arasındaki ilişkiydi.
Spinoza’ya göre tanrı dünyayı bir kez yaratıp sonrada yarattığı şeyin başında duran biri değildir. Tanrı dünyanın kendisidir. Tanrı ile doğa arasında eşit işareti koyup Tanrı eşittir Doğa demiştir. Spinoza’ya göre insanın tutkuları, onu gerçek mutluluk ve uyuma ulaşmaktan alıkoymaktadır.
Sofie’nin annesi kızının garip davranışlarından dolayı endişeye kapılmıştır. Sofie annesine felsefe dersi aldığını anlatmış, ama esrarengiz kartpostallardan bahsetmemişti. Annesi felsefe öğretmeni Alberto’yla tanışmak istemekteydi. Sofie 15 inci yaş günü partisine öğretmeni Alberto’yu da davet edeceğini söyledi. Annesi buna çok sevindi.
Binbaşının Hilda”ya gönderdiği 15 inci yaş günün kutlama mesajları artmıştı. Alberto’nun köpeği helmes konuşarak doğum günün kutlu olsun Hilda demişti. Sofie adeta taş kesilmişti. Sofie bunu Alberto”ya anlatır. Öğretmeni yakında bütün bu bilmecenin çözüleceğini söyler.
Felsefe kursu devam etmekteydi. Hiçbir bilince sahip olamayacağınız görüşüne empirizm denir. Locke, insanların düşünce ve tasavvurlarının nereden geldiğini sorar. İkinci olarak da duyularımızın bize bildirdiği şeylere güvenip güvenmeyeceğimizin meselesiyle ilgilenir. Enpirizm’in ikinci filozofu Hume’dir. Hume’nin yapmak istediği, tek tek her tasavvuru inceleyerek onun gerçeklikte bulamayacağımız şekilde birleştirilmiş olup olmadığını sınamaktı. Şu soruyu soruyor Hume: Bu tasavvur hangi izlenimden kaynaklanır?
George Berkeley, İrlandalı bir piskopostu. Berkeley’e göre gördüğümüz ve hissettiğimiz her şey tanrının gücünün bir etkisidir. Çünkü tanrı her an bilincimizdedir ve sürekli karşı karşıya bulunduğumuz türlü çeşitli duyumların bizde yeniden var olmasını sağlar. Var olan her şeyin tek nedeni tanrıdır.
Hilde sabah uyandığında masasının üstünde bir paket bulur. Bu babasından gelen doğum günü hediyesidir. Hilde paketi açtığında bir klasörle karşılaşır. Babası Hilde için bir kitap yazmıştır. Kitabın adı da ‘’SOFİE’NİN DÜNYASI’’ dır.
Sofie ve öğretmeni Alberto bu kitap içinde geçen masal kahramanlarıdır. Albert Knag kızı Hilde’ye felsefe dersini bu kitap içinde vermek istemiştir. Sonunda Alberto ve Sofie masal kahramanı olduğunu anlamışlardır. Alberto bu masal dünyasından çıkabilmek için felsefe kursunu bitirmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Sıra Fransız aydınlanma çağına gelmişti. Fransız aydınlanma çağından kısaca rasyonelizm diye bahsedilir. Doğa bilimi doğanın akla uygun bir şekilde kurulmuş olduğunu saptamıştı. Aydınlanma filozofları Ahlak, Etik ve Dini de hiç değişmeyen insan aklıyla uyumlu bir temele oturtmayı kendilerine bunun gibi görev edinmişlerdi. Aydınlanma düşüncesi bu eylemin sonucudur. Aydınlanma çağında eğitime büyük önem verilmiştir. Pedoloji bilim olarak ortaya çıkmıştır.
İmmanuel Kant’a göre her şey nedensellik yasasına göre gerçekleşiyordu. Gerçek; özgürlük, arzu ve tutkuları aşabilmekte yatıyordu. Kant’a göre bir davranışı ahlaki açıdan doğru kabul etmek için doğru anlayışa bakmak gerekir, eylemin vardığı sonuca değil. Kant rasyonalistler ve ampiristler arasındaki çatışma sonucu felsefenin girdiği açmazdan bir çıkış yolu göstermeyi başarmıştır. Kant’la birlikte Romantik bir dönem başlamıştır. Romantizmin başta gelen erdemi tembelliktir. Bir romantiğin görevi kendini yaşama bırakmak ya da hayallere dalıp ondan uzaklaşmaktır. Gündelik meselelerle uğraşmak küçük burjuvaların işiydi. Romantik dönem, felsefe edebiyat, sanat, bilim ve müziği bir arada kapsayan dönemdi.
Romantik çağın filozoflarından George Wilhelm Friedrich Hegel romantik çağın filozofudur. Hegel bilginin üç aşamasını Tez, Antitez ve Sentez olarak adlandırmıştır. Hegel’de akıl dinamiktir. Gerçeklik karşıtlıklarla dolu olduğu için gerçekliğin betimlenmesi de çelişkiler içermek zorundadır.
Kierkegaard’a göre var oluşun üç biçimi olabilir. Estetik aşama, Etik aşama ve Dini aşamadır.
Karl Marx, toplumunda maddi ekonomik ve toplumsal ilişkileri altyapı olarak adlandırmıştır. Toplumdaki düşünüş tarzı, politik kurumlar, yasalar, din, ahlak, sanat ve bilime üst yapı deniyordu. Bir toplumda alt yapı ile üst yapı birbirini karşılıklı etkiler. Marx bunu reddetseydi bir mekanik materyalist olurdu ama alt yapı ile üst yapı arasındaki karşılıklı ilişkinin bir gerilim olduğunu fark ettiği için onun diyalekttik materyalist olduğu kabul edilir.
Darwin, ‘’Bir ve aynı türe ait bireyler arasında, sürekli görülen farklılıklar ve yüksek doğum oranları yeryüzündeki yaşamın gelişmesinin hammaddesini yada malzemesini oluşturur’’ demiştir. Var olmanın mücadelesindeki doğal seçim bu evrimin mekanizması yada itici gücüdür. Doğal seçilim her zaman en güçlü yada ortama en iyi uyum sağlamış olanların hayatta kalmasını sağlar. Darwin, insanın çıkışı adlı kitabında hayvanlar ve insanlar arasında büyük benzerliklere işaret ederek insanların ve insansal maymunların bir zamanlar aynı kökten çıktığını savunuyordu.
Freud’a göre, insan bilinci insan ruhunun ancak küçük bir bölümünü oluşturur. Bilincinde olduğumuz şeyler buzdağının görünen kısmıdır. Su yüzeyinin ya da bilinç eşiğinin altında bilinç altı ya da bilinç dışı yatmaktadır.
Yirminci yüzyılda önem kazanan diğer bir filozofta Friedrich Nietzsche’dir. Köle ahlakı olarak nitelediği Hıristiyan ahlakına karşı çıkıyordu. Tüm değerleri yeniden değerlendirme yolunda yaptığı çağrıdan söz edilir. Böylece güçlülerin yaşamını gelişmesi zayıflar tarafından engellenmemiş olacaktı. Bu dünyaya sadık kalın, dünya ötesine ait umutlar dağıtanlara kanmayın diyordu.
15 Haziran tarihi gittikçe yaklaşıyordu. Alberto ile Sofie girdikleri bir kitapçıda kendi kitaplarını gördüler. SOFİE”NİN DÜNYASI Alberto ve Sofie binbaşının kendilerine oynadığı oyundan rahatsız olurlar ve Hilde’den yardım isterler. Hilde’de babasına küçük bir oyun hazırlar. Babasının Lübnan’dan dönerken aktarma yapacağı havaalanında üç saat beklemesi gerekiyordur. Hilde teyzesinin de yardımıyla Havanalına küçük kartpostallar asar ve bu şekilde babasını yönlendirir. Binbaşı gözetlendiğini ve Hilde’nin havaalanında olduğunu düşünür. Ama kitap yazarken kendi de Sofie’ye böyle şaşırtıcı kartlar göndermiştir. İlk kez onların neler hissettiğini anlar.
Sofie 15’inci yaş günü partisinde annesiyle Alberto’yu tanıştırır. Partide garip olaylar olmaktadır. Bunu binbaşı yazmaktadır. Sofie ve Alberto binbaşının kurgusundan kaçmaya çalışırlar ve bunu başarırlar. Artık yüzyıllardan beri masal kahramanlarının bulunduğu bir âlemde yaşamaya başlarlar.
Binbaşı eve döndüğünde kızına kitabı ona felsefe tarihini öğretmek için yazdığını anlatır.
İçeriğe göz attığımıza göre şimdi sırada genel düşüncelerimi yazacağım bölüm var.
Kitap felsefe romanı gibi ağır sayılacak bir kitap değil kesinlikle.Tamamıyla içerisine çeken ve sürükleyen anlatımından dolayı hızlı kısa sürede bitirebileceğiniz bir kitap olduğunu düşünüyorum.Biraz kalın duruyor olabilir ama inanın ki o büyülü dünyanın muhteşem sayfalarına bir başlasanız bir daha çıkmak istemezsiniz diyebilirim.Daha çok terim ve izm öğrenmek isteyen ve buna yeni başlayan felsefe severlere önereceğim türden bir kitap.Kesinlikle başlangıç kitaplarını sırala deseler ilk üçe alırdım.Öyleyse siz de bu kitabı henüz okumadıysanız Sofinin Dünyası sizi bekliyor.
Şimdilik hoşçakalın, felsefeyle kalın:))
Sofie Amundersen okuldan eve dönerken bahçe kapısını açmadan önce posta kutusuna bakar. Posta kutusunda birçok zarfla birlikte kendisine bir zarf olduğunu görür. Üstünde kendi adını görür. Üstünde pul bile yapıstırılı değildir. İçinde küçük bir kâğıt çıkar. Tek bir soru vardır. Kimsin sen?
Bir bilse! Sofie Amundersen. Peki ama kimdi bu Sofie Amundersen iste bunu doğru anlamış değildi.
Kim olduğunu bilmemesi komik değil miydi? Kendi görünüşünü bilmemek biraz fazla kaçmıyor muydu? Arkadaşlarını seçebilirdi ama kendisini seçmemişti. Hatta insan olmaya bile karar verememişti.
İnsan neydi peki? Şimdi dünyadayım dedi kendi kendine. Ölümden sonra bir hayat var mıydı? Var oluşunu ne kadar düşünürse düşünsün hemen yaşamın sonu olduğu geliveriyordu aklına. Bunun tam terside geçerliydi. Bir gün yok olacağını kuvvetle hissederse yaşamın nasıl sonsuz bir değere sahip olduğunu da asıl o zaman anlıyordu. Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü.
İnsan öleceğini fark etmiyorsa var oluşunu da yaşayamaz. Bir yandan yaşamın ne kadar harika olduğunu düşünmeden de, ölmek zorunda olduğumuzu düşünmek imkansız.
Sofie’nin ismine yazılı zarflar gelmeye devam ediyordu. Bunların kimden geldiği belli değildi. Başka bir zarftan bir soru daha çıkmıştı. Dünya nerden çıkmıştı? Bunu hiç kimse bilemez ki! Esrarengiz mektuplar Sofie’nin başını döndürmüştü. Canı sıkıldığında gittiği mağarasına gitti. Saklanmak istediğinde hep böyle yapardı. Dünyanın o muazzam uzaydaki küçük bir gezegen olduğunu Sofie’de biliyordu. Uzayda nereden çıkmıştı ki?
Tabi uzayın hep var olduğunu da düşünebilirdi. Nereden geldiği sorusuna cevap bulmakta gerekmezdi o zaman. Ama herhangi bir şeyin var olması mümkün müydü? Var olan her şeyin bir başlangıcı olmalıydı. Demek ki uzayda herhangi bir zamanda bir yerden çıkmıştı.
Okulda dünyayı tanrının yarattığını öğrenmişlerdi. Tanrı her şeyi yaratabilirdi, ama yaratıcı bir “Kendi “ olmadan önce kendini yaratamazdı! Öyle ise tek bir ihtimal vardı: Tanrı vardı.
Bundan sonra Sofie’ye kartpostallar gelmeye başlar. Damga da BM Taburu yazılıdır. Adresi okuyunca daha da çok şaşırır. “Hilde Moller Knag, Sofie Amundsen eliyle Kloverveien 3” adres doğruydu. Kart Hilde’ye yazılmıştı. 15’inci doğum gününü kutlamak için yazılmıştı, Ama Sofie bunun kendisi ile ilgisini anlayamamıştı.
Başka bir gün büyük bir zarf bulur. Zarfta kendi ismi yazılıdır. Zarfın öbür yüzünde şöyle yazılıdır. “Felsefe Kursu” büyük bir özen göstermek gerek. Sofie hemen mağarasına girer zarfı açar hemen okumaya başlar. Felsefe nedir, felseyeye yaklaşmanın en iyi yolu felsefi sorular sormaktır. “Dünya nasıl yaratıldı, olup bitenin arkasında bir irade var mı? Ölümden sonra bir hayat var mıdır?’’ Felsefede sorular sormak onlara cevap bulmak daha kolaydır. Buna rağmen her sorunun bir cevabı vardır.
Sofie bu şekilde bir felsefe kursuna başlar. Mektupla Alberto Knox tarafından gelmektedir. İyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir. Filozoflar için dünya kavranamaz bir şey, sırlarla dolu bir bulmacadır.
Sofie aldığı mektuplarla allak bullak olmuştur. Annesi de bunu fark etmiştir. Mektupların aşk mektubu olduğunu sanmıştır.
İlk olarak Doğa Filozoflarına değinmişti. İlk Yunan Filozlarının çalışmaları doğadaki değişikliklerin ardında yatan ilk maddeye dayanan sorularla ilgiliydi.
“Her şey akar” demişti Herakleitos. Buna karşılık Parmenides hiçbir şey değişmez demişti. Empedokles’e göre doğada dört ilk madde vardı; Toprak, hava, ateş ve su. Thales’e göre her şeyin kökeni sudur. Anaksagoras’a göre doğa gözle görülemeyen çok küçük parçalardan oluşmuştur.
Sofie tanımadığı felsefe öğretmeninden gelen mektupları saklıyordu. Atom kuramını ortaya atanda Demokritos’tu.
Sofie felsefe öğretmenini çok merak ediyordu. Mektupları Hermes adlı bir köpek getiriyordu. Öğretmeni çok yakında tanışacaklarını yazıyordu.
Sokrates insanların doğru kavrayışı “Doğurmasına “ yardımcı olmayı görev bilmiştir. Gerçek bilgi kişinin kendi içinden gelmek zorundadır. Gerçek kavrayış budur. Sokrat rasyonalistti. İnsanın içindeki vicdanın tanrısal bir ses olduğunu ve neyin doğru olduğunu bildirdiğini söylemişti. Doğru bilginin doğru davranışa yol açacağını söylemişti.
Platon’u ilgilendiren bir yandan hiç değişmeyen kalıcı şeylerle, diğer yandan sürekli akan şeyler arasında ilişkiydi. Platon hem dünyada hem doğada hem de ahlak ve toplumda değişmez olanla ilgileniyordu. Platon doğadaki tüm görüntüleri ebedi biçimlerin ya da fikirlerin gölgelerinden ibaret sayıyordu.
Sofie’nin felsefe öğretmeni ormanda gölün kıyısında bir kulübede kalmaktadır. Burası binbaşının kulübesidir. Sofie bu kulübeyi kimse yokken ziyaret eder. Kulübede Hilde’ye yazılmış birçok kartpostal vardır. Bunların aynısından kendisine de gelmiştir. Sihirli bir ayna görür kulübede. Aynada gördüğü Sofie kendisine göz kırpmaktadır. Sofie oldukça korkmuştur. Kulübeden çıkmak üzere iken kendi adına bir zarf görür. Zarfı alarak kulübeden çıkar. Hem çok şaşırmış hem de korkmuştur.
Sofie felsefe kursuna devam ediyordu. Sıra Aristoteles’e gelmişti. Aristoteles en yüksek derecedeki gerçeğin duyularla algılanan ya da duyumsanan şeyler olduğundan emindi. Önce duyulardan var olmayan hiçbir şeyin bilinçte de var olamayacağını vurgulamıştır.
Helenizmin en belirgin özelliği çeşitli kültürler arasındaki sınırların ortadan kalkmasıydı. Kinikler’e göre ‘’gerçek mutluluğun maddi lüks, politik, iktidar ve sağlık gibi dış şeylere bağlı değildir ve gerçek mutluluğa herkes ulaşabilir.’’ Epikuros ta ‘’ölüm bizi ilgilendirmez, var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur ölüm geldiği anda biz yokuz.’’ demiştir.
Sofie esrarengiz bir şekilde kartpostal almaya devam ediyordu. Kartpostallar hep 15 Haziran tarihliydi ve Hilde’nin doğum gününü kutluyordu. Bu notlar bazen açılmamış bir muzun kabuğunun içinde bazen bir uçağın arkasına açılmış pankartta bazen de mutfak camına yapıştırılmış kartpostallarla geliyordu. Sofie her şeyin nasıl bir bağlantı içinde olduğunu anlayamıyordu. Acaba Hilde Sofie’yi tanıyor muydu?
Sofie öğretmeniyle ilk kez Meryem Ana Kilisesinde buluşur. Öğretmeni Alberto, burada Ortaçağdan bahseder. Ortaçağda ilk üniversiteler kurulmuştur. Çeşitli uluslar çıkmıştır. Bizans ortaçağı ve Roma ortaçağ Katolik şeklinde ayrıydı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu da eskiden Roma İmparatorluğuna dâhildi. Ama ortaçağda yeni bir kültür gelişti. Bu bölgede Arapça konuşulan İslam kültürü tüm ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi, tıp gibi bilim dallarında öncü rolü oynadılar. Bugünkü Arap sayılarını kullandılar. İspanya’daki Müslümanlar Arap etkisini, Yunan ve Bizans da Yunan etkisini taşıdı ve sonra Rönesans başladı. Antik kültür yeniden doğdu. Yunan filozları ile kutsal kitaplar arasında nasıl bir ilişki vardı. Kutsal kitap ile akıl arasında çelişki söz konusu muydu, yoksa inanç ve bilgi uzlaşabilir miydi? Ortaçağ felsefesi bu sorular etrafında dönüyordu.
Rönesans’ta çok önemli üç buluş oldu: pusula, barut ve matbaa. Yeni silahlar Avrupayı Amerika ve Asya karşısında üstün kılmıştı. Kitap basımı da Rönesans hümanizmine özgü fikirlerin yayılabilmesi için gerekliydi. Pusula, deniz yolculuğunu kolaylaştırdı. Büyük keşif gezilerinde önemli rol oynadı.
Astronomide de, teleskop yepyeni olanaklar doğurmuştur. Barok döneminde birçok bakımdan gösteriş ve budalalık hâkimdi. Barok dönemi binaları bol kıvrık süslemelerle doluydu. Politika ise sinsice cinayetler düzenler ve entrikalarla yürütülürdü. Seakespare bir ayağı Rönesans ta bir ayağı barokta eser vermiştir.
Descartes, yeniçağ felsefesini kurmuştur. Öncelikle ilgilendiği konu, bilgimizin kesinliğiydi. İkinci konu ise bedenle ruh arasındaki ilişkiydi.
Spinoza’ya göre tanrı dünyayı bir kez yaratıp sonrada yarattığı şeyin başında duran biri değildir. Tanrı dünyanın kendisidir. Tanrı ile doğa arasında eşit işareti koyup Tanrı eşittir Doğa demiştir. Spinoza’ya göre insanın tutkuları, onu gerçek mutluluk ve uyuma ulaşmaktan alıkoymaktadır.
Sofie’nin annesi kızının garip davranışlarından dolayı endişeye kapılmıştır. Sofie annesine felsefe dersi aldığını anlatmış, ama esrarengiz kartpostallardan bahsetmemişti. Annesi felsefe öğretmeni Alberto’yla tanışmak istemekteydi. Sofie 15 inci yaş günü partisine öğretmeni Alberto’yu da davet edeceğini söyledi. Annesi buna çok sevindi.
Binbaşının Hilda”ya gönderdiği 15 inci yaş günün kutlama mesajları artmıştı. Alberto’nun köpeği helmes konuşarak doğum günün kutlu olsun Hilda demişti. Sofie adeta taş kesilmişti. Sofie bunu Alberto”ya anlatır. Öğretmeni yakında bütün bu bilmecenin çözüleceğini söyler.
Felsefe kursu devam etmekteydi. Hiçbir bilince sahip olamayacağınız görüşüne empirizm denir. Locke, insanların düşünce ve tasavvurlarının nereden geldiğini sorar. İkinci olarak da duyularımızın bize bildirdiği şeylere güvenip güvenmeyeceğimizin meselesiyle ilgilenir. Enpirizm’in ikinci filozofu Hume’dir. Hume’nin yapmak istediği, tek tek her tasavvuru inceleyerek onun gerçeklikte bulamayacağımız şekilde birleştirilmiş olup olmadığını sınamaktı. Şu soruyu soruyor Hume: Bu tasavvur hangi izlenimden kaynaklanır?
George Berkeley, İrlandalı bir piskopostu. Berkeley’e göre gördüğümüz ve hissettiğimiz her şey tanrının gücünün bir etkisidir. Çünkü tanrı her an bilincimizdedir ve sürekli karşı karşıya bulunduğumuz türlü çeşitli duyumların bizde yeniden var olmasını sağlar. Var olan her şeyin tek nedeni tanrıdır.
Hilde sabah uyandığında masasının üstünde bir paket bulur. Bu babasından gelen doğum günü hediyesidir. Hilde paketi açtığında bir klasörle karşılaşır. Babası Hilde için bir kitap yazmıştır. Kitabın adı da ‘’SOFİE’NİN DÜNYASI’’ dır.
Sofie ve öğretmeni Alberto bu kitap içinde geçen masal kahramanlarıdır. Albert Knag kızı Hilde’ye felsefe dersini bu kitap içinde vermek istemiştir. Sonunda Alberto ve Sofie masal kahramanı olduğunu anlamışlardır. Alberto bu masal dünyasından çıkabilmek için felsefe kursunu bitirmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Sıra Fransız aydınlanma çağına gelmişti. Fransız aydınlanma çağından kısaca rasyonelizm diye bahsedilir. Doğa bilimi doğanın akla uygun bir şekilde kurulmuş olduğunu saptamıştı. Aydınlanma filozofları Ahlak, Etik ve Dini de hiç değişmeyen insan aklıyla uyumlu bir temele oturtmayı kendilerine bunun gibi görev edinmişlerdi. Aydınlanma düşüncesi bu eylemin sonucudur. Aydınlanma çağında eğitime büyük önem verilmiştir. Pedoloji bilim olarak ortaya çıkmıştır.
İmmanuel Kant’a göre her şey nedensellik yasasına göre gerçekleşiyordu. Gerçek; özgürlük, arzu ve tutkuları aşabilmekte yatıyordu. Kant’a göre bir davranışı ahlaki açıdan doğru kabul etmek için doğru anlayışa bakmak gerekir, eylemin vardığı sonuca değil. Kant rasyonalistler ve ampiristler arasındaki çatışma sonucu felsefenin girdiği açmazdan bir çıkış yolu göstermeyi başarmıştır. Kant’la birlikte Romantik bir dönem başlamıştır. Romantizmin başta gelen erdemi tembelliktir. Bir romantiğin görevi kendini yaşama bırakmak ya da hayallere dalıp ondan uzaklaşmaktır. Gündelik meselelerle uğraşmak küçük burjuvaların işiydi. Romantik dönem, felsefe edebiyat, sanat, bilim ve müziği bir arada kapsayan dönemdi.
Romantik çağın filozoflarından George Wilhelm Friedrich Hegel romantik çağın filozofudur. Hegel bilginin üç aşamasını Tez, Antitez ve Sentez olarak adlandırmıştır. Hegel’de akıl dinamiktir. Gerçeklik karşıtlıklarla dolu olduğu için gerçekliğin betimlenmesi de çelişkiler içermek zorundadır.
Kierkegaard’a göre var oluşun üç biçimi olabilir. Estetik aşama, Etik aşama ve Dini aşamadır.
Karl Marx, toplumunda maddi ekonomik ve toplumsal ilişkileri altyapı olarak adlandırmıştır. Toplumdaki düşünüş tarzı, politik kurumlar, yasalar, din, ahlak, sanat ve bilime üst yapı deniyordu. Bir toplumda alt yapı ile üst yapı birbirini karşılıklı etkiler. Marx bunu reddetseydi bir mekanik materyalist olurdu ama alt yapı ile üst yapı arasındaki karşılıklı ilişkinin bir gerilim olduğunu fark ettiği için onun diyalekttik materyalist olduğu kabul edilir.
Darwin, ‘’Bir ve aynı türe ait bireyler arasında, sürekli görülen farklılıklar ve yüksek doğum oranları yeryüzündeki yaşamın gelişmesinin hammaddesini yada malzemesini oluşturur’’ demiştir. Var olmanın mücadelesindeki doğal seçim bu evrimin mekanizması yada itici gücüdür. Doğal seçilim her zaman en güçlü yada ortama en iyi uyum sağlamış olanların hayatta kalmasını sağlar. Darwin, insanın çıkışı adlı kitabında hayvanlar ve insanlar arasında büyük benzerliklere işaret ederek insanların ve insansal maymunların bir zamanlar aynı kökten çıktığını savunuyordu.
Freud’a göre, insan bilinci insan ruhunun ancak küçük bir bölümünü oluşturur. Bilincinde olduğumuz şeyler buzdağının görünen kısmıdır. Su yüzeyinin ya da bilinç eşiğinin altında bilinç altı ya da bilinç dışı yatmaktadır.
Yirminci yüzyılda önem kazanan diğer bir filozofta Friedrich Nietzsche’dir. Köle ahlakı olarak nitelediği Hıristiyan ahlakına karşı çıkıyordu. Tüm değerleri yeniden değerlendirme yolunda yaptığı çağrıdan söz edilir. Böylece güçlülerin yaşamını gelişmesi zayıflar tarafından engellenmemiş olacaktı. Bu dünyaya sadık kalın, dünya ötesine ait umutlar dağıtanlara kanmayın diyordu.
15 Haziran tarihi gittikçe yaklaşıyordu. Alberto ile Sofie girdikleri bir kitapçıda kendi kitaplarını gördüler. SOFİE”NİN DÜNYASI Alberto ve Sofie binbaşının kendilerine oynadığı oyundan rahatsız olurlar ve Hilde’den yardım isterler. Hilde’de babasına küçük bir oyun hazırlar. Babasının Lübnan’dan dönerken aktarma yapacağı havaalanında üç saat beklemesi gerekiyordur. Hilde teyzesinin de yardımıyla Havanalına küçük kartpostallar asar ve bu şekilde babasını yönlendirir. Binbaşı gözetlendiğini ve Hilde’nin havaalanında olduğunu düşünür. Ama kitap yazarken kendi de Sofie’ye böyle şaşırtıcı kartlar göndermiştir. İlk kez onların neler hissettiğini anlar.
Sofie 15’inci yaş günü partisinde annesiyle Alberto’yu tanıştırır. Partide garip olaylar olmaktadır. Bunu binbaşı yazmaktadır. Sofie ve Alberto binbaşının kurgusundan kaçmaya çalışırlar ve bunu başarırlar. Artık yüzyıllardan beri masal kahramanlarının bulunduğu bir âlemde yaşamaya başlarlar.
Binbaşı eve döndüğünde kızına kitabı ona felsefe tarihini öğretmek için yazdığını anlatır.
İçeriğe göz attığımıza göre şimdi sırada genel düşüncelerimi yazacağım bölüm var.
Kitap felsefe romanı gibi ağır sayılacak bir kitap değil kesinlikle.Tamamıyla içerisine çeken ve sürükleyen anlatımından dolayı hızlı kısa sürede bitirebileceğiniz bir kitap olduğunu düşünüyorum.Biraz kalın duruyor olabilir ama inanın ki o büyülü dünyanın muhteşem sayfalarına bir başlasanız bir daha çıkmak istemezsiniz diyebilirim.Daha çok terim ve izm öğrenmek isteyen ve buna yeni başlayan felsefe severlere önereceğim türden bir kitap.Kesinlikle başlangıç kitaplarını sırala deseler ilk üçe alırdım.Öyleyse siz de bu kitabı henüz okumadıysanız Sofinin Dünyası sizi bekliyor.
Şimdilik hoşçakalın, felsefeyle kalın:))
23 Kasım 2019 Cumartesi
Yabancı
Merhabalar arkadaşlar.Uzun zamandır sadece distopya ve ütopyalardan oluşan yayınlarla karşınızdaydım. Ama bu kez daha farklı bir şaheserle sizlerle birlikteyim.Eserin adını daha önceden duyduğunuza emin gibiyim.Çünkü eser en genç yaşta nobel edebiyat ödülü alan muazzam bir yazara ait. Albert Camus'tan bahsettiğimi anladınız zannediyorum ki.Eser de yazarı kadar etkileyici.Yazarın en çok dile çevrilen,okunan ve beğenilen eseri.Bu kadar ipucundan sonra sıra cevabı söylemeye geldi.Kitabımız Yabancı.O kadar değişik bir kitaptı ki benim için kitap hakkındaki düşüncelerimi toparlamakta gerçeken zorlandım.Analizini yapmak,arka plandaki gerçekleri görebilmek ve her satırda ama neden böyle düşünüyor ki bu çok saçma dedikten sonra bile aslında bu düşüncenin tam anlamıyla felsefik bir düşünce olan''Egsiztansiyonizm''ile bağdaştığını anladım. Kısaca kitaba ba-yıl-dım diyebilirim.Genel düşüncelerimden önce dilerseniz kitabın içeriğine göz atıp bazı bölümlerini inceleyelim.
Kitabın baş kahramanı Meursault. Yan kahramanlar Raymond ve Marie. Kitap, Meursault’nun başından geçenleri anlatıyor. Karakterimiz genel olarak umursamaz, basit zevkleri olan, hayatı ve hayatının sıradanlığını kabullenmiş. Cezayir’de kendi halinde yaşayan bir adam.
Kitap, Meursault’nun, annesinin ölüm haberi üzerine huzurevine gitmesiyle başlıyor. Annesinin ölümü üzerine aldığı telgrafa soğukkanlılıkla yaklaşması, annesinin cenazesinin yüzünü nedensizce görmek istememesi, annesinin yaşını bilmemesi, cenaze başında kahve ve sigara ile keyif yapması, o gün annesinin cenazesi olmasaydı gezip eğlenebileceğini hayal etmesi bizi ikilemde bırakıyor; bir savunma mekanizması mı, yoksa yabancılaşma (alienation) mı? Meursault huzurevine giderken duygularından ziyade her türlü ayrıntıyı, havanın sıcaklığını, benzin kokusunu, karşılaştığı insanların görünüşlerini tüm netliğiyle betimlemesi, soğuk kanlılığı, aynı zamanda kayıtsızlığı, ölümün günlük hayatın sıradan bir parçası olduğunu söylemesi, sevgiyi ve ayrılığı alışkanlıklara bağlaması, bencilliğine mantıklı nedenler bulması bir savunma mekanizması olan rasyonalizasyon’u (mantığa bürüme) hatırlatıyor.
Kitabın ilk cümlesi ‘Bugün annem öldü.’ bizi sarsıyor, ama Meursault’yu tanımaya başladıkça onun hayatındaki olaylara sıradan bir insan olarak yaklaşmadığını, “biz”den farklı olduğunu, veya fazla sıradan olduğunu görüp ondan uzaklaşıyoruz. Pek çok okur Meursault’yu fazla umursamaz bulduğu için, ondan rahatsız oluyor.Ertesi gün Meursault, çalıştığı büroda daha önceden çalışan Marie ile tanışıp günü onunla geçiriyor. Annesinin ölümü onu hiç etkilemiş gibi görünmüyor. Meursault’nun hayatındaki iki insan; sevgilisi Marie ve komşusu Raymond. Marie neşeli, Meursault’nun umursamaz ve sıkıcı tavrını dengeleyen bir kadın. Raymond ise çapkın ve belalı biri. Meursault’nun başına gelen olaylar, Raymond’ın başının altından çıkıyor ve onun hayatını tamamen değiştiriyor. Raymond’a sataşan çete yüzünden, Meursault bir adam öldürür, ve sorguya alınır.Sorgu yargıcı, Meursault’yu adam öldürdüğü için, diğer herkes gibi olmadığı için, umursamaz olduğu için; kendine, sevgilisine, evine, komşularına, iş yerine, halka yabancılaştığı için yargılamaktadır. Yargıç, halkı; ve belki de okuyucuyu temsil eder. Cezalandırılan Meursault’nun işlediği cinayet değil, kayıtsızlığı ve duygusuzluğudur. Meursault’nun avukatı Meursault’nun ağzından konuşur ve duruşma boyunca Meursault hiçe sayılır. Bu da Meursault’yu kendi duruşmasında bile umursamaz, baş kahraman olsa dahi dışarıdan izleyen bir karakter konumuna sokar, tıpkı hayatını dışarıdan izlediği gibi. Biz de okurken içten içe Meursault’yu yargılıyoruzdur; şahsen Meursault’yu en çok yargıladığım sahnelerden birinden alıntı yapmak istiyorum.
“Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu sevmediğimi söyledim. “Öyleyse neden evleneceksin benimle?” dedi. Ben de ona bunun bir önemi olmadığını, ama arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım.”
Meursault’nun gerçekten hayatta herhangi bir şeyi umursayamayacağını anlatan bir alıntı bence bu, ve daha ilginci Marie, bu diyaloğun üzerine içten içe Meursault’ya evlenme teklifi ediyor.Meursault hapishaneye girdiğinde, kötü şartlarda yaşamını devam ettirmesine rağmen bundan rahatsız gibi görünmüyor. Kitap kahraman anlatıcı bakış açısıyla yazıldığı için kitabın tamamını Meursault’nun bakış açısından okuyoruz; onun düşüncelerini ve duygularını dinliyoruz; fakat hapishane kısımlarında bu düşünceler daha yoğun bir hal alıyor. Hücrede pek fazla olay olmadığı için, sadece Meursault’yu dinliyoruz.Meursault idama mahkum edilir ve ölümü bile her zamanki umursamazlığıyla karşılar. Kitabın sonunda, idama götürülmeden önce annesini düşünür. Cenazesinde düşünmediği annesini kendi cenazesinde düşünmesi manidardır.Kitabın adından da anlaşılacağı üzere; Meursault kendine, çevresine, annesine, yaşadığı ortama; kısacası her şeye “Yabancı”laşmıştır.
Kitabın içeriğine göz attığımıza göre sırada kitaptaki en can alıcı ayrıntıları yazmakta:
1.) Her halükârda,beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan belki emin değildim ama,beni ilgilendirmeyenin ne olduğundan emindim.
2.) İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.
3.) Ben dinliyor,bana zeki dendiğini duyuyordum. Fakat sıradan bir insanın sahip olduğu niteliklerin,bir suçluya yöneltilen ezici suçlamalar hâline nasıl gelebildiğini anlayamıyordum.
4.) ''Günün birinde gardiyan bana,beş aydır hapiste olduğumu söylediğinde,ona inandım. Ama ne demek istediğini anlamadım. Bana göre hücrenin içinde doğan hep aynı gün,yaptığım iş de hep aynı işti''.
5.) Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır.
6.) İnsan her zaman az buçuk suçludur.
Alıntılara da göz attığımıza göre sırada kitap hakkındaki genel düşüncelerim var.
Öncelikle kitap gerçekten çok değişik yani öyle ki onu niteleyecek olan sıfatların ilginç ve özgün olduğunu düşünüyorum.Konu olarak Türk edebiyatına bile ilham vermiş türde bir konu etrafında şekillenmiş.Kitap tam olarak varoluşçuluk felsefesinin ilkelerine uygun şekilde kaleme alınmış.Aslına bakarsanız Camus gibi depresif olarak nitelendirilen bir yazardan böyle bir düşünceye dayalı kitabın çıkmasını beklemek pek de uçarı olmayacaktır.Önceden belirttiğim gibi kitap bu yönüyle gerçekten çok özgün türde.Öyle ki 1957 yılında Nobel Edebiyat ödülüne de layık görülmüş.Bence de bu çok yerinde bir seçim olmuş.İnsanın düşüncelerini derinden etkileyecek türde bir eser olduğunu düşünüyor ve okunulması gerektiğine inanıyorum.Yayınımı burada sonlandırırken sizleri yine kitaptan bir alıntıyla uğurlamak istiyorum.
''İnsanın, yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrı'nın sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir.''
Bir sonraki yayınımda görüşmek üzere.Hoşçakalın, felsefeyle kalın :))
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Merhabalar arkadaşlar.Bugün sizleri farklı bir serüven niteliğinde bir felsefe romanı ile karşılamak istiyorum.Kitap Felsefe'ye giriş ...
-
Yazmaya başlamadan bir fotoğraf çekelim... İlk yayınımıza çok ağır olmayan bir giriş kitabıyla başlayalım istedim. Kızıma Felsefe Öğ...
-
Hepinize merhaba! Bugün diğer felsefi eser türlerinden farklı olarak hem edebi anlamda hem de kurgusal yönden (ütopik ve distopik) muhteşe...